Kelime Oyunu - Simto Alev

Hiç de öyle “ay ben sadece belgesel izliyorum valla” diyenlerden değilim ama yine de televizyonla aramda ciddi bir mesafe var. Bu mesafeyi ortadan kaldıran nadir (belki de tek) programlardan biri de daha önce Bloomberg HT’de yayınlanan, şu an ise Fox TV’de izlediğimiz Kelime Oyunu’dur. Çünkü tam da ifade ettikleri gibi naif ve zariftir bu program.

Programın bilmem kaçıncı sezonunda, 4 Kasım 2014 tarihli bölümünde, izleyici olmanın dışına çıkıp, yarışmacı koltuğunda boy gösterdim. Ali İhsan Varol’la göz göze yarışıp, Benjamin‘i (yarışmadaki butonun adıdır) tokatladım. Anlatmaya değer bulduğum her deneyim gibi, Kelime Oyunu’na katılırken geçirdiğim süreci -bu yazıyla- anlatıp, kendi performansımı değerlendireceğim. Aldığım yorumlar neticesinde bazı soruları cevaplandırmaya çalışacağım. Başlayalım!

Yazının aşağılarında bir yerlerde, Youtube’dan bölümün videosu olacak. Devamında sorulardan, cevaplardan, puanlardan rahatça söz ediyor olacağım. Eğer “ben hemen izlemek istiyorum” derseniz, tıklayın (benim sıram 40. dakikadan itibaren).
Neden Kelime Oyunu?

Yarışma Bloomberg’deyken, kazanan olmak için önce 4 rakibinizi alt edip, günün şampiyonu, daha sonra 2. bir yarışma ile diğer 4 günün şampiyonlarını yenmeniz gerekiyordu. Bu kadar çabaya rağmen kazandığınız ödül sadece bir kitaptı. Oysa başka herhangi bir yarışmaya katılarak en kötü performansla bile birkaç bin lira kazanmak mümkündü. Buna rağmen, insanlar bu yarışmaya katılmak için can atıyordu.

Bunun da bazı nedenleri var elbette. Yarışmanın sunucusu olarak gördüğümüz adam, Ali İhsan Varol (yazının devamında Ali İhsan Abi diyeceğim), sıradaki yarışmacı kimse, o kazansın diye amansız bir mücadeleye giriyor. Soruyu bilmesi için sonsuz yardımda bulunuyor. Üstelik kimsenin “lütfen yardım edin meme dali bey” demesine gerek kalmadan.

Her soru size yeni bir kelime ya da bildiğiniz bir kelimenin bilmediğiniz bir anlamını veya tanımını öğretiyor. Bu soruların büyük çoğunluğunu Ali İhsan Abi hazırlıyor. Yani sunuculuk yapmaktan ziyade, ilgiyle kendini kendini bu işe veriyor. Üstelik, her bir yarışmacının performansı 10-15 dakika arasında sürüyor. Gereksiz heyecan yaratmalar, reytinge oynamalar, bitmeyen reklamlar yok. Safi bilgi ve eğlence var.

Ayrıca Kelime Oyunu, stüdyosunda yarışmacı platformuna ulaşmak için engelli rampası bulunan ve bunu hiç duyurmayan ama çaktırmadan da göze sokan tek televizyon programıdır. Alternatifini biliyorsanız, ben kaçırdıysam yorum olarak yazın lütfen.

Katılma fikri nereden çıktı, nasıl katıldım peki?
Bu sorunun yanıtından önce, aşağıdaki ekran görüntüsüne bir bakın. Her şeyin tetikleyicisi bu görüntü oldu çünkü. Sağ altta, yukarıda bahsettiğim rampayı görebilirsiniz.

Ayrıca Kelime Oyunu stüdyosunda çekilen kamera arkası fotoğraflarını Facebook albümümden görebilirsiniz.

kelime_oyunu_rampa

Aslında, televizyonda bir yarışma programına katılmak pek de hedefim olan bir şey değil. Bunun iki sebebi var.

Birincisi; Kolay yoldan para kazanmak için bir yarışma programını basamak olarak seçmek bana pek de doğru gelmiyor. Genellikle insanların bu yarışmalara katılırkenki amaçları, yüz binler hatta milyonlarla ifade edilen ödüllerden bir pay koparmak.

İkincisi; yayının ertesi günü ana akım gazetelerin video galeri sayfalarına, yarışmanın maymunu olarak konuk olmayı hiç istemiyorum. Hayır, türlü şebeklikler yapmaktan ve bunu sakınmaktan hoşlanmam, kendimi her halimle gösterebilirim ama sistemin her gün bir iki kurban seçip “bakın nasıl rezil oldu” diye parmakla göstermek üzerine kurulu olmasına da tahammülüm yok. (Bekle beni Kim Milyoner Olmak İster, büyük hissediyorum.)

Kelime Oyunu’nunda bunların hiç biri olmadığı gibi, “Neden Kelime Oyunu” başlığında yazdıklarım gibi, fazlası var.

Bu arada dikkatinizi çekmek istediğim bir husus da, yayında engelli olmamla ilgili tek bir laf edilmemesidir. Daha önce Türkiye’de Engelli Olmak ve Kimliksizleştirme başlıklı yazımda, engelli sözcüğünün sıfattan ziyade ne denli yapışan bir ön ad gibi olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Şimdiye kadar Kelime Oyunu’nun bu konudaki hassasiyetinden yeterince bahsettiğime göre, ben de bu konuyu bir kenara bırakabilirim.

Neyse, nasıl katıldığımı anlatacaktım, değil mi?

Ben yukarıdaki ekran görüntüsünü Twitter‘da ve Facebook‘ta rampaya dikkat çekerek paylaştım. Twitter’da 35 bin kişinin gördüğü, 92 kişinin RT ettiği, 171 kişinin fav’ladığı bir etkileşim aldı. Facebook’ta da durum çok farklı değildi. (Ürün Yerleştirme: Neden RT ediyoruz?)

Tabii bu interaksiyon, aynı zamanda desteğe dönüştü. Twitter’da Aylin Aslım “katılsana” dedi, başkaları bu fikri destekledi. Facebook’ta yorumlar geldi. İnsanlar çılgınca beni bu yarışmada görmek istiyordu. Fena gaza gelmiştim ve insanlar sokağa dökülürse başlarına bir şey gelmesinden korkuyordum. Arkadaşım Ozan Eicher‘e “katılayım mı” dediğimde, onun da onayını aldım.

Tüm bu çoşkuyu takip ederken, daha önce yarışmacı olmuş arkadaşım Özlem Dirgin, Facebook yorumlarında Kelime Oyunu’nun yarışmacı koordinatörü Devrim Doğan’ı (yazının devamında Devrim Abi diyeceğim) işaret etti. Kendisi de formu doldurmamı, ilgileneceğini söyledi.

Ertesi gün, hala heyecanım olduğundan -çok yoğun bir gün olmasına rağmen- işi gücü bırakıp başvuru formunu doldurdum ve beklemeye başladım. Neredeyse 1 ay sonra, “çağırmayacaklar herhalde beni” diye düşünmeye başlamışken Devrim Abi aradı ve sıradaki pazar günü çekim olduğu, beni evden alacaklarını ve rakibimin Yunus Günçe (Günce değil ha) olduğunu belirtti. Tarih, saat gibi detaylarda anlaştıktan sonra teşekkür edip kapattım. Artık yarışma gününe kadar bekleme zamanıydı.

Yarışma Günü

Akşam saatlerinde gerçekleşecek çekim için, 17:30 gibi beni alacaklardı. Ben de Ozan ve kardeşim Nur Aydoğan‘la birlikte 17:00 civarı hazır haldeydik. O saate kadar da gün sıradan geçmişti. 17:30’a az bir zaman kala servis aracından adresimi sormak için aradılar. Yakın bir yerde, diğer bir yarışmacıyı almışlardı. Ben de adres tarif etmekle uğraşmak yerine, “7 dakikaya oradayım” dedim. Elbette Nur ve Ozan’ın da tribini yedim.

Servis aracı tahminimizden biraz ufakmış. Ozan ve ben neredeyse iç içe oturduk. Nur benim önümde bir tabureye yerleşti; tekerlekli sandalyem de arka tarafta yer buldu kendine (arka taraftakileri ne kadar rahatsız etti bilmiyorum).Hedefinde İkitelli olan yolculuk çok da kısa değildi ama sohbetlerle sıkıcı geçmedi.

Yolculuk tamamlandığında servis tam stüdyonun kapısında durdu. Doğrudan stüdyoya açılan kapıdan girdiğimiz an, samimiyetle karşılandık. Sanırım biz gittiğimizde yeni bir çekim bitmiş, birazdan bir diğeri başlayacaktı. Ortada hem bir boşluk hissi, hem de ufak bir telaş vardı.

Bu sırada Devrim Abi’yle ve setteki diğer kimselerle tanıştık. Yiyecek – içecek teklifleri yapıldı, süreç hakkında bilgilendirildim. O gün özel bir durum oluşmuş ve art arda 5 bölüm çekmeleri gerekmiş. Birazdan dördüncü bölüm çekilecekti ve son olarak, saat 20:00 civarı benim katılacağım bölüm çekilecekti. Bu durum benim için de işlerin nasıl yürüdüğüne dair iyi bir gözlem fırsatıydı. Dördüncü çekimin öncesinde Ali İhsan Abi’yle de tanıştık nihayet.

O günün dördüncü bölümü çekilirken, hem seyirci olup alkış tuttuk, soruları bilmeye çalıştık, hem de sıramın gelmesini bekledik. Bölümler neredeyse canlı yayın gibi çekiliyor. Özel bir durum oluşmadıkça kesilmiyor, kesilirse de hemen devam ediliyor. Fazlalıklar montajda kesiliyor diyeceğim ama işler o kadar iyi bir tempoda yürüyor ki; herhalde montajda süre ayarlamak için fazla bir çaba harcanmıyordur.

Benim için çekim vakti

Vakit geldiğinde diğer yarışmacılarla birlikte yarışma platformuna çıktık. Benim için önce ufak bir prova yaptık. Malum, yüksek bir masada yarışamayacaktım. Hem Ali İhsan Abi’yle yüzyüze kalabilmek için, hem karşıdaki ekranda soruları rahatça görebilmem için, hem de ekranda doğru bir görüntü verebilmem için en uygun yere konumlanmam gerekiyordu.

Diğer bir sorunsa Benjamin’e nasıl basacaktım? Oraya erişmem imkansız. Ben Ali İhsan Abi’yle göz kontağı kurarak, gereğinde “bastım” diyerek anlaşabileceğimizi düşünüyordum. Aklımda provasını dahi yapmıştım ama orada daha güzeliyle, yedek Benjamin‘le karşılaştım. Kocaman bir kata kutu üzerindeki kırmızı renkli Benjamin, sandalyemin kolçağına tuturulacaktı. Hemen bir test sürüşü yaptık, sonuç mükemmel!

Tüm bu provalar arasında bir yandan da mikrofonu düzgün yerleştirmek için kafamda milimetrik ölçümler yapan sesçinin (İlker’di sanırım) işini sürdürmesi, bir yandan makyaj, bir yandan Ali İhsan Abi’ye “benimle bu kadar ilgilendirmiyorlar” dedirtecek kadar beni rahat ettirme uğraşıyla (hepsine teşekkür ediyorum) hazırlıklar tamamlandı ve kayıt başladı. Haydi izleyelim, sonra devam edelim.

Aşağıdaki videoda 4 Kasım 2014 tarihinde Fox TV’de yayınlanan Kelime Oyunu’nu izleyebilirsiniz. Doğrudan benim yarıştığım bölüme bakmak isterseniz, 40. dakikaya atlamanız gerekiyor. Ben tüm bölümü izlemenizi öneririm. Videonun devamında artık sonuçlardan da bahsediyor olacağım.

Ekranda rahatça görünür olmam için 4. (son) sırada yarışmam uygun görülmüştü. Diğer 3 yarışmacı (Karolin Hanım, Damla Hanım, Yunus Günçe) yarışırken sanırım akış hiç kesilmedi. Sıra bana geldiğinde ise küçük bir ara verdik. Bu süreçte ben kendimi toparladım, mikrofonum düzeltildi, Benjamin sandalyeme plastik kelepçelerle tutturuldu, nerede duracağımdan bir kez daha emin olundu, bir iki yudum su içtim ve çekime benim sıramla devam ettik.

Peki heyecanlandım mı?

Yarışmayı izleyen neredeyse herkes, hatta sanırım Ozan ve kardeşim hariç herkes, “çok heyecanlanmışsın” dedi. O yüzden bu konu, cevap vermek istediklerim arasında. Kısa ve net cevap: Heyecanlanmadım. Ancak başka bir manada da heyecanlıydım.

Heyecanlanmadım çünkü oraya bir mücadele hırsıyla, kazanma isteğiyle gitmedim. Kazanırsam işin bonusu olacaktı ama amaç yalnızca oyun oynamak ve eğlenmek olduğu için bu tarz bir heyecana da lüzum yoktu. Benim bir şeyler düşünürken, aklımdaki karmaşanın arasında doğru sözcükleri yakalamaya çalışırkenki el hareketlerime, kesik nefeslerime, mimiklerime aşina olmayanların da bu yanılgıya düştüğünü düşünüyorum. Bazıları da çuvalladığım ilk sorularda heyecanlandığımı düşünmüş. Oysa tutukluğumun sebebi heyecan değildi. Anlatacağım.

Heyecanlanmadım çünkü ilk kez kamera karşısına geçmiyordum. Pek çok kimse kamera önünün heyecan verici bir şey olduğunu düşünüyor ancak ben her ortamda sakin kalabilen, her yerde konuşabilecek kadar rahat hissettiğim için ilk deneyimimden itibaren bu konuda bir heyecanım olmadı.

Daha önce ilk canlı yayın deneyimimi blogda yazmıştım. Çok yıllar önce internet yayınlarında boy verdim. Yakın zamanda TRT için çekilen bir belgeselden fotoğrafları Facebook’ta paylaştım ve Google’ın derinliklerinde kaybolmuş kim bilir daha neler var. Bu paragraf biraz yüksek egolu görünse de, kendimi ifade etmenin bir parçası olarak gerekliydi. Hem egolarımı bırakırsam nasıl blog yazabilirim ki?

Heyecanlıydım çünkü ben çok sevdiğim şeyleri anlatırken, yakın arkadaşlarımla, özlediklerimle bir araya gelince, konser ya da tiyatro izlerken, istekle bir şey öğrenmeye çalışırken heyecanlı olurum. Katılmayı istediğim, sevdiğim bir yarışma programında, ekran başında değil, stüdyoda yarıştığım ve o insanlarla tanıştığım için heyecanlıydım.

“Ekran başındaki gibi değil” mi?

Kelime Oyunu’nun ve dahi birçok yarışmanın fenomen cümlesidir “ekran başındaki gibi değil“. Gerçekten farklı mı? Açıkçası ekran başındayken yarışmadığım, sadece seyirci olmaya çalıştığım için çok da kıyaslanabilir bir durum değil bu benim için. İşin içine yukarıda bahsettiğim heyecan faktörü, gerçekten yarışıyor olmak ve bir hedef sahibi olmanın etkisi, puan ve zaman baskısı -varsa- mutlaka etkiliyor insanı.

Ben de ne kadar heyecanlanmasam da; “en fazla 9 harf alabilirsin” diye uyarıldığımda baskı hissetmesem de, bu benim için bir ödeve dönüştü. Saçma ama kontrolü elimde tutmam gereken yeni bir duygu keşfettim en azından. İşin ilginç yanı, kaç harf aldığımı çekimden günler sonra, bu paragrafı yazarken saydım ve tam 9 harf almışım. Tesadüf mü yoksa billincim mi saydı bilmiyorum.

Daha ilginci, anlattığım her şeye rağmen yarışıyor olmanın bilinci müthiş bir motivasyon ve odaklanma sağlıyor. Ben tamamen odaklanarak, iş yapmayı, kitap okumayı, film izlemeyi vs. beceremiyorum. Çok hızlı kaçışlarım ve geri dönüşlerim oluyor. Burada, Ali İhsan Abi’yle göz göze konuşmaya azami dikkat göstererek tamamen sorulara odaklandım. Bu sırada arka taraftan ve seyircilerden gelen hiçbir sesi de duymadım. Soruları okuduğum monitör, Benjamin, Ali İhsan Abi ve ben birkaç dakika boyunca izole bir zamanda yaşadık.

Kısacası evet, ekran başındaki gibi değil ama bu cümlenin karşılığı herkeste farklı bir anlam da olabilir.

Biraz da sorulara bakalım

Diğer notlarıma geçmeden evvel, bu başlıkta sorulara verdiğim cevapları, o anki hislerimi ve sonradan yapabildiğim tahlillerimi yazacağım. Hala okuyor musunuz, çok merak ediyorum.

1. ASAL: Daha yeni başlıyoruz ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aklımdan matematikle ilgili bildiğim 4 harfli terimler geçiyor ve birini seçip eşleştirmeye çalışıyorum. Doğru cevap derinlere gömülü olduğu için bulmakta zorlandım. Ali İhsan Abi “harf al” demese, patlayabilirdim.

2. MALA: Bu sorunun cevabı bir nesne olduğundan olacak, cevaptan önce aletin kendisi gözümün önüne geldi. Ardından ismini koyup Benjamin’i okşadım.

3. KILIF: Paket, streç film gibi nesneleri sarıp sarmalayabilen şeyler aklımdan geçiyor, Benjamin’inin sarıldığı gözümden geçiyor, bir an akışkan şeyleri düşünüyorum ama Ali İhsan Abi’nin son ipucuna kadar aklımdan geçenlerin hiçbiri kılıfta birleşmiyor.

4. ÇOBAN: İzleyen herkesi çıldırtan soru bu sanırım. “Oo, çok kolay, biliyorum tabii ki” diye bir an soluklanmadan vurdum Benjamin’e. Sonra da kilitlenip kaldım öyle. Ali İhsan Abi “basiret bağlanması” diyor ama bana göre benimki ahmaklık. Gözümün önünden türlü çoban görseli geçiyor ama son ana kadar adı dilimden çıkmıyor.

Bu soruda gördüğünüz buruşuk yüz ifadelerimin, “eöö ığğ” gibi garip seslerimin, yükselen nefes sesimin sebebi de acı çekmem. Fiziksel bir karşılığı olmasa da; metafor yapmaya çalışmıyorum. Tüm nöronlarım harıl harıl çalışırken, onları birbirine bağlayan sinirlerlerden kıvılcımlar çıkıyor gibi.

Daha ilginci, Ali İhsan Abi’nin ipuçları olmasaydı bilemezdim ama bu soruda “ah evet ya” diye ipucuyla da bulmadım. Son ipucu bir şeyi tetikledi ve bir anda dilimden düştü çoban.

5. VERKAÇ: Hani çoban sorusu için basiret bağlanması değil, ahmaklık dedim ya; bu çok daha fenası. Futboldan hiç anlamadığım halde, “bilirim ben bunu” diye soruyu küçümsedim. Sonucunda hiç bilmediğim bir tabirle karşılaştım. Ali İhsan Abi yardım etmek için kendini paralamış; izlerken ne kadar güzel ipuçları verdiğini gördüm ama bilgisizliğin telafisi yok elbette. İki harf alsaydım, muhtemelen tüme varımla bulabilirdim.

6. ZAİYAT: Artık “harf almayacağım” fikri kalktı ya; 2 harf, güzel bir ipucu, kolay cevap.

7. BONFİLE: Bu soruda da öncekilere benzer bir hata yaptım sayılır. Kasaplar etin her yanına ayrı bir ad takıyor ama yarışmada o kadar karmaşık sorulmayacağı fikriyle Benjamin’e basıp pirzola cevabını verdim. Oysa pirzola kaburgadan çıkıyordu. Neyse ki ilk fikrimde yanılmadım ve biraz düşününce buldum.

8. EŞSESLİ: Ali İhsan Abi soruyu okumadan evvel “dil bilgisi” deyince biraz tedirgin oldum. Türkçe konusundaki hassasiyetim, yazarken göstermeye çalıştığım hassasiyet gizli değil ama doğru bildiğim kuralların tümünü adlandıramıyorum. Ancak soru beklediğimden de kolay çıktı.

9. ALTETMEK: Sanırım ilk kez bu soruda sesli düşündüm. Yanlış yola girdiğimi gören Ali İhsan Abi de “harf mi alsak” diyerek beni yola getirdi. Çıkan kritik bir T harfiyle de ampul yandı.

 10. KURULTAY: Bu soruda da beynimde dönen karıncaları yüzümden okuyabilirsiniz. 49:18’de ağzımdan çıkan ince “aaııııiiğ” sesini de bunu yazmak için tekrar izlerken farkettim. U harfi çıkınca cevabı buldum ama bir türlü emin olamayınca önce ikinci harfi aldım, sonra sesli düşündüm. Ali İhsan Abi’nin uzattığı kalemle de noktayı koydum.

11. SESDUVARI: Aklımdan ilk geçen, NTV’ye göre Felix Baumgartner’in ışık hızı rekorunu denemesi geldi. Burada bir yanlışlık olduğunun farkındaydım ama toparlayamadım. Ali İhsan Abi ses hızını bulmamı sağlayacak ipucunu verince, gerisi çorap söküğü gibi geldi.

12. SIRNAŞMAK: Sorusunu okuyup dinleyince, çok fazla cevabı olan bir soru olduğunu farkettim. Ben seçenekleri ararken, Ali İhsan Abi yine ipuçlarını veriyordu ve “kedi” deyince cevap hemen geldi.

13. ORTAKHESAP: Sorunun kendisi ipuçları zinciri gibiydi. “Birden fazla kişi” hemen ortaklığı aklıma getirdi. “Mevduat” ise zaten dolaylı da olsa “bankadaki hesap” demek. Çok kolay oldu bu.

14. İÇİAÇILMAK: Yine birden çok cevabı olabilecek kolay bir soruydu. Çıkan bir Ç harfi ve biraz ipucu doğru cevaba ulaşmama yetti.

Kişisel performans değerlendirmesi

Bu 14 sorunun ardından 7600‘lük puanıma ve genel durumuma bakıyorum da, verkaç yerine bldiğim bir şey olsaydı 8800, bilmişliğime yenilmeyip 2-3 harf alsaydım da tüme varımla 8500-8600 puanla tamamlayacaktım yarışmayı. Süreyi çok iyi kullanamasam da (50 saniye arttırdım) sadece 9 harf alarak iyi bir puan yaptığımı düşünüyorum. Hani “şöyle olsaydı” var sayımları boş laf tabii ama; sadece potansiyelimi kavramaya çalışıyorum ve “hiç de fena değilmiş” diyorum.

Yunus Günçe olmasaydı ne olurdu?

Yarışmanın birincisi 8900 puanla Yunus Günçe oldu. Bunun ardından Yunus Abi olmasaydı ne olurdu diye konuşmak da “saçma” ve ayıp ama yarışmayı benim çevremden izleyenler de hep bu yorum geldi. Muhtemelen bu tepkilerde birinciliğinin yanı sıra Yunus Abi’nin daha tanınmış (ünlü demedim bak) olmasının da etkisi var. O yüzden onlara cevaben de bir iki satır yazmak istiyorum.

Yunus Günçe olmasaydı, yerinde başka bir yarışmacı olacaktı. Belki o 9800’e ulaşacaktı. Belki 3. sırada ben yarışsaydım benzer bir puan, 2. sırada yarışsaydım 6000 puan alacaktım. Ne olacağını kimse bilemez ama bilebileceğimiz bir şeyler de var.

Yunus Günçe, gerçekten çok akıllı bir adam. Hatta fırsatını bulursam kendisini bolca da sömüreceğim. Kelime Oyunu’nda hayvan gibi yarıştı, sorular ekrana gelir gelmez Benjamin’e vurup doğru cevabı verdi ve hakkıyla kazandı. Yarışma dışında da aynı akılla yaşayıp, aynı hızda düşünüyor. Kendisinin fazla güzellenmekten hoşlanmayacağını tahmin ettiğim için, lafı daha uzatmayacağım ama takip edilmesi gereken, akıllı bir adam.

Bu akıllı adamın bir de akıllı insanlar için yarattığı bir gösterisi var: Kafamda Böcekler Var (bu isimde bir de blogu var). Ben cuma günü gidip izleyeceğim. Size de tavsiye olsun.

Siz de katılın

Şimdiye kadar başkalarına türlü film, kitap, müzik, tiyatro oyunu, yiyecek, mekan tavsiye ettim ama hiç bir yarışma programına katılmayı tavsiye etmemiştim. O da olsun: Kelime Oyunu’na katılın.  Hiç öyle “ben beceremem”, “ben heyecanlanırım” diye düşünmeyin. Heyecanlanamadan kendinizi evde hissedeceksiniz.

Ortalama 1.5-2 saatte dolu dolu bir gün yaşayacaksınız. Eğer meraklıysanız, bir stüdyo ortamı göreceksiniz -ki bu deneyimi başka yerde yaşarsanız keyfiniz de kaçabilir.- Çok güzel insanlarla tanışacaksınız, geriye güzel bir anı bırakacaksınız, tatlı bir heyecan yaşayacaksınız, belki bir miktar para da kazanacaksınız ve eğer hala okuyorsanız, buraya kadar yazdığım her şeyi siz yaşayacaksınız.

Başvuru formu burada. Doldururken “Simto’dan gördük” yazın; izlerken takip ederim. (:

Toparlayalım artık

3 Gündür fırsat buldukça şu yazıyı tamamlamaya çalışıyorum. Onca paragraf yazdım ama işin özeti, çok güzel bir deneyim yaşadım, çok güzel insanlarla tanıştım, kendimi sınadım, verkaçı öğrendim, tekerlekli sandalye ile girebileceğim bir sahne keşfettim; kısacası izleyen birçok kişi (herkes değil ama çok) kaç para kazandığıma odaklanırken, ben televizyon başında kazanılamayacak pek çok şey kazandım.