2013-07-29 18.41.15Mayıs ayının sonunda başladı Gezi Parkı eylemleri. Benim Gezi Parkı ile olan mücadelemse 2012 yılının Kasım ayında başladı. Taksim Meydanı’nı yayalaştırma projesi kapsamındaki çalışmalar nedeniyse metrodan tekerlekli sandalye ile meydana çıktığım asansör yıkılmıştı. Geriye kalan tek çıkış Gezi Parkı’nın içinde. Parka çıkmak çok zor değil ama parkta hareket etmek de pek kolay değil. Metrodan meydana 2 kişinin yardımı ile ancak 61 dakikada ulaşabildim. Çıkan haberler ve bireysel başvurularım kâr etmeyince, bir imza kampanyası başlattım. 4 Aylık bir mücadele ile Mart ayında zafere ulaştım.

Mayıs ayının sonunda malum Gezi Parkı eylemleri başladı. Süreç boyunca olabildiğince destek verdim ama bu yazının konusu doğrudan Gezi eylemleri olmadığı için konu üzerine fazla bir söz söylemeden kendi derdimle devam edeceğim. Ama hatırlatmakta fayda var; bu eylemler sırasında her milletten ve siyasi görüşten, birbirine düşman gibi gösterilen kimseler kolkolaydı.

Eylemler bittiğinde; daha doğrusu park içindekilerin yaşına ve sağlık durumuna bakılmaksızın polis saldırısına uğradıktan sonra parka girişler kapatıldı ve bir temizlik süreci de başladı. (bkz: gezi parkı’nın çiçek gibi olması) Parkın kapatılması demek, -siyasi nedenleri bir yana- benim için Taksim’e gitmemin engellenmesi demekti. Asansör kapanmış ve çıkmama izin vermiyorlardı. Yine de iki kez karga tulumba meydana taşındım, polislerle konuşup/tartışıp yasak olan parka giriş yaptım. Bu konudaki yazılarım: [1], [2]

rampaPark sözüm ona temizleniyor, yenileniyor, bakım yapılıyordu ama engelli erişimi hak getire; kimin umurunda? Park içinde belediye çalışanı, polis, güvenlik… Kimi bulduysam düzenleme için ricalarda bulundum. Bir yandan da İBB Beyaz Masa’yı taciz ettim. Benim ricamdan bir hafta sonra parkın girişine bir rampa yapılmıştı ama ne çıkmak mümkün, ne inmek. Beyaz Masa’ya sordum, dedi “o rampa araçlar için.”

basamakGirişi yaptım, geçmişi anımsattım, bilmeyenlere özetledim. Geliyoruz yavaş yavaş konuya. Artık inatlaşmamın karşılığı mı, dikkatsizlik mi yoksa belediyenin umarsızlığı mı bilmem, ben iki hafta önce soldaki fotoğrafta (tıklayın büyüsün) gördüğünüz basamaktan devrildim! Yüzüm yere yapıştı. Sandalye de üzerime Basamağı göremiyorsanız endişelenmeyin. Ben de göremiyorum. Fotoğrafı kendi göz hizamdan çektim. Zaten düşme sebebim de görememem… (sağda ayakkabı bağlayan bir abi var. O çizgide basamak) Yukarıdaki fotoğraf da yüzümün iyileşmiş hali. (basamağın karşıdan görünümü)

Bu konuda biraz daha detaylı bilgiyi Facebook’da bir not olarak yazdım. Daha ilk an yerde yattığım andan itibaren bazı fotoğraflarla süreci o yazıdan öğrenmeniz mümkün. Ben meselenin diğer bir yüzünü anlatacağım şimdi.

Düştüğüm ilk an, başıma birkaç kişi toplandı. Önce beni kaldırmak istediler ama ben “iki dakika uzanayım” dedim, uzandım. Hemen başımın dibinde yüzümle ilgilenen bir kadın belirdi. “Tamam, ben hemşireyim” dedi. Başı örtülü bir kadındı. Tesadüf oradaydı ve ilk sağlık müdahalesi ondan geldi. Yaraları inceleyip önemine baktı. O sırada çevredekiler de 112’yi aradı. Kimse gelmezken, yine tesadüf, oradan geçen ambulansı durdurdular.

ambulansGelen sağlık ekipleri yine başörtülü kadınlardı. Yaralarımı dikkatle incelediler. Çevredekiler paniklemiş, kardeşim ağlıyordu. Herkes hastaneye gitmem konusunda diretirken hem çevreyi sakinleştirmeye çalıştım, hem de sağlıkçılarla sohbet edip başımı vurmadığıma, bilincimin açık olduğuna ikna edip baticon ile pansuman yapmalarını rica ettim. Öyle de yaptılar. Mis gibi oldu.

Sağlıkçılar gitti, ortalık biraz sakinleşti. O alanda bulunan ve yardımcı olanlar arasında olan ocak sahibi de “gel bir çayımı iç” dedi. Gittim yanına ben de. İçtim bir çayını. Az da sohbet ettik. Sordum, “olaylar sırasında burda mıydın” diye. Ordaymış. “Nasıldı” diye sordum: “Çok güzeldi” dedi. Beni sordu gittim mi diye. Gelemediğimi anlattım. O TOMA’lar, biber gazları… Bana göre değil.

“Burda vardı çok engelli” dedi. “E görüntüleri görmedin mi” diye sordum. Tekerlekli sandalyede birine TOMA hedef alarak su sıkmıştı. Çaycı abi “ona da sıkaccak tabii, o da insan” dedi. Buradaki tavrı elbette müdahaleyi onaylar cinsten değildi. Engelli olması farketmez, o da hakları için burada diyordu sanki. Anladık birbirimizi… Sonra ocağı bir başkasına devredip gitti. Giderken sıkı sıkı tembih etti: “sakın, para falan ödemiyorsun.”

Bıraktığı kişi herhalde kardeşi, akrabası falan. Onla sohbete başladık. Nereli olduğumu sordu, “İstanbul” dedim. Onu da sordum tabii. “Ağrı” dedi, “Doğu” dedi…
– Ne zaman geldiniz?
– 30 yıl oldu.
– Neden geldiniz?
– Zor…
– Haklısın…

Üstüne söyleyecek söz yoktu daha, mutlaka zordur… Ağaca asılı bağlamayı gördüm, “senin mi?” dedim. Onunmuş. “Çalar mısın” diye sordu bana. “Ben beceremem ama bir gün dinlemeye gelirim” deyip ayrıldım oradan.

Dün, yani olaydan iki hafta sonra kardeşimle yine Taksim’e gittik. Bu defa ilk durak bizim ocaktı. İlkin kardeşimi gördü çaycı, sonra beni. İkimizi de gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Mutlu olmuştu. Çaylarımızı doldurdu, yine biraz sohbet ettik, bayramlaştık. Ayrılırken iş hesabı ödemeye geldi. 2 Çayın lafı olmaz kimse için ama bir karşılık gibi, bu defa hesabı özellikle ödemeye niyetlenmiştik kardeşimle. Kardeşim parayı çıkarttı, borcumuzu sordu ama almadı. İtiraz ederken şöyle dedi kardeşime: “Siz misafirimsiniz. Geçen defa geldiğinde ağlıyordun. Şimdi gülüyorsun. O yüzden almıyorum. Başka sefer ödersiniz”

Teşekkür edip ayrıldık tabii.

Şimdi biz nasıl bölünebiliriz?

Anlıyor musunuz?