Kemal Kılıçdaroğlu, Simto Alev, Şafak Pavey

Eğer takip ediyorsanız belki Twitter ve Facebook paylaşımlarından ya da Kemal Kılıçdaroğlu’nun Facebook sayfasındaki iletide görmüşsünüzdür, cuma günü CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP İstanbul milletvekili Şafak Pavey ile kısmen sürpriz bir görüşmem oldu. Bu görüşmenin ilk adımları kasım 2013’de atıldı ve yaklaşık 6 ay sonunda nihayete erdi. Bu yazıda neden görüştüğümüzü, sürecin nasıl ilerlediğini ve görüşmenin nasıl geçtiğini anlatacağım.

Aslında tanınmış kimselerle olan görüşmelerimi değil blogda yazmak, alenen çok fazla duyurmaktan dahi pek hoşlanmam. Birçoğuyla bir fotoğrafım dahi yoktur. Ancak bu görüşme siyaseten bir anlama ve içeriğiyle değil ama biçimiyle bir amaca sahip olduğu için anlatmanın yerinde olacağını düşünüyorum. Haydi başlayalım.

Nasıl başladı, neden görüştük?

Kasım 2013’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun resmi Facebook sayfasında “Kılıçdaroğlu Cevaplıyor” adında bir uygulama başlatıldı. Kemal Bey Facebook üzerinden sorulan sorulara bir video ile yanıt veriyor. Şu an devam etmeyen uygulamanın ilk haftasında şu soruyu sordum:

“Bir gün birlikte çay içebileceğimiz samimiyete erişebilecek miyiz? Beni bu kadar yakından dinleyecek misiniz?”

Diğerleri arasında oldukça gayri ciddi duran bu soruya Kemal Bey olumlu bir yanıt verip, ekledi: “Niye sadece çay içiyoruz, kahve de ikram etmeyecek misin?” İlgili soru cevap video’sunu buraya tıklayıp izleyebilirsiniz (benim sorum 45. saniyede).

Bu soru her ne kadar ciddiyetsiz görünse de niyetim şaka yapmak, dalga geçmek değildi elbette. Gezi sonrası, yerel seçimlere az bir süre kala, iktidara -en güçlü- aday partinin genel başkanına bu soruyu sorarken şunu demek istiyordum: Eğer sen, iktidara adaysan, bana bir şey vaat edecek ya da iktidar olup benim için bir şey yapacaksan, bana yakın temas kurmalısın. Beni dinlemelisin. Anket yaparak değil, gerçekten beni dinleyerek ne istediğimi, ne beklediğimi, neye ihtiyacım olduğunu dinlemelisin.

Bu düşünce ve soru elbette yalnızca CHP’ye değil. Tüm partileri eşit derecede muhattap alan fakat aynı eşitlikte karşılık bulamayan bir mesele bu. Hatta birçoğunun duymadığı bir bakış bu. Ben bu bakış açısını ilk olarak Gezi Partisi’nde gördüm.

Benim daha önceden, bir müzisyen olarak takip ettiğim Cem Köksal, Gezi Partisi’ni kurduktan sonra bana ulaşıp görüşmek istedi. Cem Köksal ve Teoman Kumbaracıbaşı ile Şişli’de ufak bir kafede buluştuk; çayımızı içerken uzun bir sohbete daldık. Özetleyecek olursam, parti programını hazırladıklarını anlatıp, “engelliler için ne yapabiliriz?” diye bana sordular. Ben de tecrübe ettiğim sorunları ve nasıl bir yol çizebileceklerini kendi fikrimce anlattım. Beni dinlediler.

Şüphesiz hiçbir partinin, genel başkanın herkesi tek tek dinleyecek vakti olmayacaktır. Fakat sorun olan yerde, sorunu bizzat yaşayan kişilerin, tecrübeleriyle dertlerini anlatması başka bir şeydir. Alt kademede sade vatandaşlardan oluşan LGBT, kadın, engelli, öğretmen, doktor, çocuk vs. komisyonları kurulabilir. Partili olmadan, bir danışman gibi dertler ortaya dökülür; parti de vaat ve icraatlarını belirler.

Beni dinlemeden benim için hiçbir şey yapamazsınız!
Yapamıyorsunuz da zaten…

Süreç nasıl ilerledi?

Her neyse, lafı çok dolandırdım; görüşme sürecini anlatacaktım ben. Kılıçdaroğlu’nun soruyu cevaplaması bir heyecan yaratsa da sadece cevap olarak kalacağını düşünüyordum aslında. Bir iki gün sonrasında ise CHP sosyal medya ekibinden iletişim bilgilerimi isteyen bir mail aldım. Bilgilerimi verdim ama gönderici adresi @gmail.com olunca, “video’yu izleyen bir arkadaşım kafa mı buluyor?” diye düşünmedim değil.

Bu mail’den birkaç gün sonra da Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanlarından Rasim Bölücek aradı beni. “Kemal Bey sizinle görüşmek istiyor. İlk fırsatta bu görüşmeyi sağlayacağım.” gibi cümlelerin olduğu, 1 dakikadan kısa süren bir bilgilendirme telefonuydu bu. Ben de dinleyip teşekkür ettim. Sonrasında epey bir süre ne arayan oldu ne soran.

Uzun bir süre sonra (ne kadar hatırlamıyorum) yine Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanlarından Veli Özdemir beni arayarak benzer bir bilgilendirme yaptı. Görüşme aşağı yukarı Rasim Bey’le olana denkti. Ardından gelen sessizlik daha da uzundu. Bir de seçimler geldi, geçti. Yoğun miting programı, sandıktan çıkan istenmeyen sonuç… Samimiyetle görüşmek istediklerine ikna olmuştum ama içimden de “bu saatten sonra olmaz artık, kaynadı arada” diyordum ki; kaynamamış.

Perşembe günü öğleden sonrası telefonum çaldı. Arayan CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı’ydı. Kemal Bey’in yarın (yani cuma  günü) İstanbul’da bir toplantısı olacağını, ardından benimle görüşebileceğini bildirip müsait olup olmadığımı sordu. Bu kez fazla ani olmuştu. Nerede, nasıl olacağını sorgulamaya başladım. Gidip gidemeyeceğimi tarttım, haritadan ilgili yerin (Taksim civarında bir otel) ulaşımına baktım. Ardından kardeşimin okulda olacağını ve bir refakatçimin olmayacağını hatırlayıp “beni biri alabilir mi” diye sordum. Cevap olumluydu. Böylece 24 saatten az bir süre sonra Kemal Bey’le görüşeceğim kesinleşmişti.

Görüşme günü neler oldu? Görüşme öncesi neler yaşandı?

Cuma sabahı Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar’ın danışmanı Nurhan Palakoğlu’ndan bir telefon aldım. Nurhan Bey kendisini tanıtıp, aynı zamanda belediyede Ermeni vatandaşlardan sorumlu olduğunu belirtti. Nezaketle “bizim cemaatle bir ilginiz var mı?” diye sordu. Yok aslında. Kimlikte yazana ve aileden aktarılana göre ben Museviyim. Bunu belirttim. Nurhan Bey “bugünkü görüşmenizde başkanım benim de olmamı istiyor, sizin için de uygun mu?” diye sordu. Onayladım elbette.

Tahmin ediyorum görüşmeden haberdar partili birileri adımdan hareketle Ermeni olduğumu ve bu konuda bir sıkıntım varsa Nurhan Bey’e iletmemin yerinde olacağını düşünmüş. Hedef biraz şaşsa da düşünce ve getirdikleri güzel elbette.

Nurhan Bey’le olan görüşmenin ardından yataktan çıkıp kahvaltımı ettim ve hazırlandım. Hazırlandım dediğime bakmayın, altıma bir eşofman, üstüme sweatshirt’ümü giydim ve beklemeye başladım. Randevumuz saat 12:45’deydi (O saate kadar Kemal Bey’in bir toplantısı olacaktı). Saat 12’de yanılmıyorsam Oğuz Kaan Bey’in koruması Ramazan Bey ve tanışmadığım bir kişi daha beni almaya geldi. 12:30 Olmadan otele vardık.

Otelde tanıdığım, tanımadığım partililer ve güvenlik görevlilerinin yanından hızla geçip asansöre doğru ilerledik. Tam asansöre binerken adımın seslenildiğini duydum. Seslenen Beşiktaş Belediyesi Vatandaş İlişkileri Koordinatörü Rakel Levi Hanım’ış (Rakel Hanım Musevi). Yanında da Nurhan Bey var. Asansörde hızla tanıştık. Onlar da görüşmeye katılacaklarını söylediler ama oteldeki diğer CHP’liler haberleri olmadığı için müsaade edemeyecekleri, yine de sorup öğreneceklerini söylediler.

Yukarı çıktığımızda bir bekleme odasına alındım. Benden hemen sonra Rakel Hanım ve Nurhan Bey de odaya alındı. Görüşme saatini beklerken birlikte biraz geyik, biraz siyasi, biraz da kaçınılmaz bir şekilde engellilerle ilgili bir sohbete başladık. Daha çok bir akrabamla, komşumla vs. konuşuyor gibi süren bir sohbetti bu.

Rakel Hanım’dan yeni başkanın engelliler konusunda hassas olduğunu, daha ilk günden mevcutta engelli girişi olmayan belediye binasının düzenlenmesi için talimat verdiği bilgisini aldım. Bende Akatlar Kültür Merkezi’ni örnek vererek (daha önce nasıl eriştiğimi yazmıştım) belediyeye ait salonların bile engelli erişimli olmadığını, oysa çözümün çok basit olduğunu anlattım. Hak verdi, konuyla ilgileneceğini söyleyip iletişim bilgisini verdi. Yakın zamanda güzel haberler alacağımı tahmin ediyorum.

Görüşme vakti geldi.

Rakel Hanım ve Nurhan Bey’le sohbetimiz sürerken Oğuz Kaan Bey’le de tanıştım. Partili başka kimseler de odaya girip çıktı. Bu sırada görüşmenin nasıl yapılacağı konusunda da bilgilendirildim. Hepsini dikkatle dinleyip onayladım. Bu bilgilendirmede en önemli ayrıntı Kemal Bey’le yalnız görüşeceğim oldu. Ben ayrıca ne kadar vaktim olacağını sordum. Bir zaman sınırından sözedilmedi ancak çok fazla vaktimin olmayacağı söylendi. En azından bir 30 dakikamız olur diye tahmin ediyordum.

12.43 gibi beklediğim odadan, görüşmenin gerçekleşeceği odaya alındım. Kemal Bey’i beklerken odaya CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu girdi. Önce selamlaştık, ardından Sezgin Bey yeniden kendini tanıtma ihtiyacı hissedip “ben Sezgin Tanrıkuluyum” dedi. İçimden gülümseyip “memnun oldum” dedim.

O sırada diğer kapıdan Kemal Bey girdi odaya. Doğrudan bana yönelip, tokalaşmak için sol elini uzattı (sağ elimi kullanamıyorum pek). Selamlaşıp hal hatır sorduk. Hemen sonrasında Kemal Bey, içeri giren Şafak Pavey’i işaret edip, “Şafak Hanım” diye tanıştırdı.

Şafak Hanım’la uzun zaman önce hem Twitter, hem de mail üzerinden yazışmıştık. Görüşmede olabileceğini hiç düşünmedim değil ama yine varlığı sürpriz etkisi yarattı. Kesinlikle hayranlık duyduğum bir kadın. Şafak Hanım’la selamlaşırken, “daha önce yazışmıştık” dedim, hatırlıyordu. Görüşmenin devamında yazışmamızı tüm detaylarıyla hatırladığını da hissettirdi.

Benim iki paragrafta yazdığım bu kısa tanışma faslından sonra yerlerimize geçtik, çaylarımız geldi ve sohbete başladık.

Neler konuşuldu?

Twitter veya Facebook‘tan görenlerin, görüştüğümü bilen eş, dost, akrabanın en çok sorduğu sorulardan biri “ne konuştunuz?” oldu. Aslında neredeyse hiçbir şey konuşamadığımızı söyleyebilirim. Kısıtlı zamana çok laf sıkışınca, anlatacaklarım arasında en az yer kaplayan bölüm görüşmenin içeriği oluyor. Yine de mümkün olduğunca bahsedeceğim.

Yazının başındaki fotoğrafta görüldüğü gibi Kemal Bey sağıma, Şafak Hanım soluma oturdu. Belki bir anlık nereden başlayacağız tereddütü yaşadık ama Kemal Bey bana dönüp bir günümü anlatmamı istedi. Ben de “müsaade ederseniz önce neden burada olduğumu, neden bu görüşmeyi yaptığımızı anlatayım” deyip, Şafak Hanım’ı da en başından bilgilendirmeye çalışarak, yukarıda anlattıklarımın özetini çıkarttım bir çırpıda. Bu konuda Kemal Bey’le birkaç laf ettik.

Sonra konu nasıl oldu hiç farketmeden, Şafak Hanım’ın da sözleriyle engellilere ve ilgili STK’lara geldi. Maalesef Türkiye’de faydalı işler yapmaya çalışan küçük birkaç topluluğu yok sayarsak STK’ların hali pek de iç açıcı değil. Ekseriyetle pek faydalı işler yapmayanlar olduğu gibi, bu yazıda sözünü etmeyeceğim türlü çirkinlikler de yaşanmıyor değil. Daha çok ben Şafak Hanım’la konuştum, birlikte sözettik; Kemal Bey de ilgiyle dinledi bizi.

Biz bu konuşmayı yaparken Sezgin Tanrıkulu, tablet bilgisayarıyla karşımıza geçip fotoğraf çekmek için müsaade istedi. Konuşmamızı bölmemek için fısıltı ve işaret dilinden faydalandığı(mız) için bir an izin vermeyeceğimi sandı. “Tabii; hatta ben de isteyecektim bir fotoğraf” deyince, önce tabletiyle fotoğrafımızı çekti, ardından “sizinkiyle de çekeyim” diyerek cep telefonumu aldı ve 4 kare fotoğraf çekti.

Diğer yandan STK’lardan söz etmeye devam ederken, görüşmenin tahminen 10. dakikası gibi (saate bakamadım) Kemal Bey’i “Basın aşağıda bekliyor, saat 1’de açıklamanız var” diye uyardılar. Bunun benim için anlamı, sohbeti kesip sözleri tamamlamak gerektiğiydi. Öyle de yaptık.

Kemal Bey ve Şafak Hanım birlikte ayağa kalktılar. Görüşmeden çok mutlu olduğum için memnuniyetimi dile getirmeye çalıştım, teşekkür ettim (hatta o gün herkes o kadar aşırı ilgi gösterdi ki; en çok teşekkür ettiğim günlerden biri oldu herhalde). Fotoğrafları sosyal medyada yayınlamak ve bir blog yazısı yazmak için de müsaade istedim. İkisinin de olurunu aldım. Vedalaştık ve odadan ayrıldılar.

Neler konuşulabilirdi?

Elbette bir tekerlekli sandalye ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve İstanbul Milletvekili Şafak Pavey’le görüşünce, engellerden sözetmek çok da şaşırtıcı olmuyor. Diğer yandan öncelikli bir görüşme mevzum olmadığı için zaten konuşmayı akışına bırakma kararı almıştım. Bu demek değil ki kafamda hiçbir plan ve konu ağacı yoktu.

Son bir yıl içinde Gezi Olayları, 17 Aralık Operasyonu ve yolsuzluk soruşturması, yerel seçimler gibi major başlıklardan oluşan, yoğun ve kimi zaman her gün değil, her saat değişen bir gündemin içinde yaşadık. Haliyle birikmiş çok fazla söz ve fikirle görüşmenin daha siyasi bir çerçevede olmasını planlıyordum.

Sözgelimi Gezi Olaylarının pek çok sebebinden biri, iktidar partisinin beni ve benim gibi parti politikalarına karşıt düşüncelere, beklentilere sahip vatandaşların hiçbir şekilde dinlenmemesi, muhattap alınmamasıydı. Benim görüşme sebebim de bu iletişim hareketiydi.

17 Aralık Operasyonu çok da CHP’yi bağlayan bir konu değil ama sandıktan çıkan sonuç da son derece tartışılabilirdi. Neden beklenenden kötü bir netice aldılar? Çünkü CHP belki de son yılların en iyi çıkışını yapsa da; hem seçime giden süreçte -mesela aslında sade vatandaşın ilgilenmediği konulara odaklanmak gibi- bazı hatalar yaptı, hem de seçim günü ne kadar çabalasa da oylara yeterince sahip çıkamadı. Partili bile olmayanların gönüllü desteği olmasaydı ne olacaktı?

Belki diyeceksiniz ki; “sen ne anlarsın, partide o kadar uzman çalışıyor, sana mı kaldı?”. Aynı şeyi partililerin de söyleme hakkı var tabii; ama cevabım bizi başlangıç noktasına götürüyor: Ben sokaktaki adamın ne düşündüğünü, ne beklediğini, neye inandığını, ne zannettiğini, neyden çekindiğini birebir diyalog kurarak kimi noktada daha iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu kendime yaptığım bir yakıştırma değil; objektif bir platformda gözlem yapan, siyasetle ilgilenen, ekmeğini gidip bakkaldan alan her birey benzer durumda. Bu gözlemler değerlidir.

Görüşme sonrası neler oldu?

Netice itibariyle elimizde konuşulabilecek çok fazla mesele ve buna ters orantılı bir zaman vardı; mümkün olan en iyi şekilde değerlendirdik.

Odadaki herkes aceleyle çıktıktan sonra Rakel Hanım ve Nurhan Bey odaya girdi. Neler konuştuğumuzu, nasıl geçtiğini sordular. Ben de kısaca anlattım. Aynı sırada Ramazan Bey’i arayıp görüşmenin bittiğini bildirip beni almasını rica ettim. Bir süre kimse gelmeyince, Rakel Hanım kapının dışına çıktı. Otel görevlilerinden biri beni arıyormuş. Odaya girdi ve hep birlikte aşağı indik.

Otelin kapısına çıktığımızda beni alacak kimse yoktu görünürlerde. Beni aşağı indiren görevli kimin alacağını sorarken, bir başka otel görevlisi yanıma eğilip -sanırım- “do you have a driver?” diye sordu. Okuduğumu az çok anlasam da İngilizce konuşmam mümkün değil. Böyle ani bir şekilde İngilizce adımı sorsanız boş boş yüzünüze bakabilirim.

Öyle bir halde tereddütle “yes” derken, içimden de “ulan bu ikisi sanki demin Türkçe konuştular” diye geçirdim. Beni aracak araç gözükürken İngilizce bir soru daha geldi; cevapladım. Ne soruyu hatırlıyorum ne de cevabımı. Bir yandan da aracı işaret ederken hepimiz anlaşabildik.

Aracın kapısında ben Türkçe konuşunca, neden İngilizce konuştuğumuz da anlaşıldı. Türkçe konuştuğum görevli, İngilizce konuştuğuma “sen yabancı mı sandın?” diye sordu. Onayı alınca da bana sordu: “Siz de onu mu yabancı sandınız?” Cevap belli… Ancak ucuz komedi filmlerinde olabileceğini sandığım bir şaka, gerçek olmuştu. Birlikte güldük tabii. Sonra da araca binip tekrar evime kadar bırakıldım.

Kalan notlar

– Basit bir Facebook sorusuna karşılık bu görüşme nasıl oldu, neden oldu? Neden benim talebim kabul edildi? Bu soruların cevabını ben de merak ediyorum aslında. Kemal Kılıçdaroğlu’yla görüşmek isteyen çok fazla insanın olduğu bir gerçek. Hatta partiye fayda sağlayabileceği, benim gibi “sohbet etmek”ten ziyade daha mühim söyleyecekleri olan arkadaşlarımın dahi henüz görüşemediğini biliyorum.

– Bu süreçte yüzyüze veya telefonla konuştuğum istisnasız herkes son derece samimiydi. Telefonla görüştüklerim bana çoğunlukla “siz” yerine “sen” diye hitap ediyordu. Bu bazı kimseler için yanlış bir tavır olarak görünse de; benim tercih ettiğim bir tavırdı.

– Bir siyasi parti liderinin, milletvekilinin, partinin Genel Başkan Yardımcısının biraz tepeden bakması hiç de beklenmeyecek bir durum değildir. Fakat CHP içinde tanıştığım kimsede bu tavır yoktu. Kemal Bey, Şafak Hanım, Sezgin Bey, Oğuz Kaan Bey son derece yakınlık gösterdiler. Hepsi için “halktan insanlar” demek mümkün. Siyasi gözlemimse parti bütünün “halk”ı en çok adında taşıdığı yönünde.

– Bu görüşmeyi CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptım ama sebebi CHP’li olmam değil (zaten CHP dahil hiçbir partinin taraftarı/yanlısı/üyesi değilim); CHP’den yanıt bulmam. Aynı mantık ve gerekçelerle başka partiler, liderler, milletvekilleri ile de görüşüp konuşabilirim. Gerçi geçtiğimiz bir yıl bu duruma 1-2 istisna kattı ama olur o kadar.

– Çay önemli! O kadar önemli ki; bu yazıda kullandığım iki ünlem işaretinin birini hak etti bu cümle. Bazı içeceklerin, içkilerin birer kültürü, adabı var. Hepsinin yok. Bunlar arasında bizi bir araya getirenlerin -bana göre- sadece iki şey var: Biri çay, diğeri rakı (ha bir de ayran mı vardı?). Kemal Kılıçdaroğlu’nun alkolle arası nasıldır hiç bilmiyorum. İçsek pek tatlı olurdu ama teklifimi rakıyla yapsaydım fazla edepsiz görünecekti. Hem çay içen adamdan zarar gelmez.

Eğer aklınıza takılan, merak ettiğiniz başka bir soru varsa, yorum olarak iletmeniz halinde cevaplamaya çalışacağım.