Bir Delinin Hatıra Defteri

Malumunuz, Gogol’un oldukça ünlü eseri Bir Delinin Hatıra Defteri (BDHD). Oyunlaştırıldığından beri sayısız temsil veren oyunu Erdal Beşikçioğlu 2008 yılından beri Ankara Devlet Tiyatrosu’nda hiç ara vermeden, kapalı gişe oynuyor. BDHD’yi Aynı zamanda İstanbul’da Erdem Topuz performansıyla izlemek mümkün. Ayrıca Metin Zakoğlu da bu 20 sezondur aralıksız oynamaya devam ediyor. Metin Zakoğlu yorumu için Cafe Theatre‘a bakmakta fayda var. Bu yazının konusu ise elbette yıllar sonra kavuştuğum Erdal Beşikçioğlu performansıdır.

Ankara’da süren oyuna hem bilet alabilmek imkansızla neredeyse eşitti hem de engelim dolayısıyla Ankara’da gitmek benim için mümkün değildi. Yani bu oyunu izlemek “bir gün mutlaka” diye hayal köşesine işlenmişti. Birkaç gün önce oyunun turne kapsamında İstanbul’a geldiğini öğrendiğimde sevinmemle, bilet kalmadığını öğrenip intihara meyil etmem arasında geçen süre bir iki dakikadan çok değil. Bu konuda bir de tweet attım ve olaylar gelişti.

İnsanların bir gece evvelden bilet almak için kuyruğa girdiği bir oyun için bilet bulup, buna yazmak biraz suçlu hissettirse de; bu deneyimi yazmamak da içime sinnmeyecekti. Şanslıyım; güzel insanlar tanıyorum. Twitter’dan görüp bilet bulmaya çalışanlar, oyunun geldiğini öğrenince “Simto duydun mu” diye arayanlar oldu. Birkaç kişinin çabası sonucu bilet bulundu! Gişeye gidip adımı vererek alabilecektim. Ancak pek öyle olmadı. Adıma ayrılmış bilet yoktu. Görevliler “madem bu kadar yol geldiniz, alırız sizi” dediler ve sıraya girdik.

Vakit geldiğinde kapı açıldı. Numarasız oturma düzeni olduğu için uzun süredir kapıda bekleyen kalabalık içeri doluşmaya başladı. Biz de (kardeşim ve Ozan) salonda 2. sırada kendimize yer bulduk. Sahnenin ortasında kocaman bir vinç, etrafında yükselen dumanlar ve salona doluşmaya devam eden insanlar. Etrafa bakınmaya devam ederken vincin tepesinden sarkmış bir ayak gördüm. Bedeni yok; öylece yatarak gizlemiş kendini Erdal Beşikçioğlu.

Salon dolmaya devam etti. Vincin etrafını bir çember gibi saran sandalyeler doldu önce. Sonra sandalyeler arasında kalan her boşluk. Birkaç kişinin de balkondan izlemesi gerekti oyunu. Normalde 80 kişi kapasiteli salon %50 fazla dolmuştu. Böyle oynanıyordu ama bu oyun; vincin etrafını saran insanlarla, yakın mesafeden, 360 derece. Delirirken herkesle göz göze geliyordu Erdal Beşikçioğlu’nun canlandırdığı Poprishchin. Oyun için az sayıda bilet olmasının sebebi de bu aslında. Başka türlü olmaz. Uzaklardan izlenmez bu oyun.

Salon tamamen dolana kadar o bacak öylece hareketsiz bekliyor yükseklerde. Sonra birden kıpırdanmaya başlıyor, hareket ediyor, ayağa kalkıyor… 1 Saat 20 dakika kadar kesintisiz sürecek monolog böyle başlıyor. Bu öyle sıradan bir monolog değil ama; bir vincin sepetinde,  korkuluklarında, isteketinde, yerden birkaç metre yüksekte süren, seyirciyi her an diken üstünde tutan, Poprishcin’in hafif çatlaklıktan zır deliliğe giden yolunda bolca güldüren, sistemi eleştirmekten geri durmayan inanılmaz bir performansla izleyiciye sunulan bir monolog bu.

Her şeyden önce eser kusursuz. Gogol öyküsünü bundan tam 179 yıl önce,1835 yılında yazmış. Ben Bir Delinin Hatıra Defteri’ni Erdal Beşikçioğlu performansıyla, mümkün olduğunca az şey bilerek, büyük bir iştahla izlemek için kasten okumadım. Pişman değilim; ama yine de size oyunu izlemeden önce okumanızı önerebilirim. Çünkü izlerken gözlerinizi, kulaklarınızı performansa kilitleyip hiçbir şey düşünemez bir hale gelebilirsiniz. Makinenin sesleri de çok az defa olsa da sesleri duymanıza engel olabiliyor.

Bir buçuk saate yakın süren bir oyunda seyircinin kimi zaman kopup başka dünyalara gitmesi çok da sıradışı bir durum olmayabilir. Bu oyunda ise pek mümkün değil. Çünkü o vincin tepesindeki adam, Erdal Beşikçioğlu, Poprishcin olarak anlattığı her anısında, paylaştığı her notta sesiyle, tonlamalarıyla, çoşkusuyla, suskunluğuyla her an başka bir hale dönüşüyor. Hem deliliğe giden çizgideki duruma göre değişen ritmi hiç kopmadan verirken, aynı zamanda yalnızca dinlemenin bile dinlemenin bile keyifli olacağı bir hale getiriyor.

Şüphesiz ki oyunu ilginç hale getiren -başından beri söylediğim gibi- bir vinç üzerinde oynanması ve etkileyici hale getiren Erdal Beşikçioğlu’nun performansıdır. Oyunu alıştığımız anlamda hiçbir dekor olmadan (vinç harici bir şemsiye, bir kova ve bir çift bot var.) boşlukta oynamak, biçimsel olarak  geleneksel tiyatro anlayışına aykırı duruyor. Bağımsız tiyatrolarda farklı biçimsel sahnelemeleri, az dekorlu sade tasarımları görmek mümkün olsa da Devlet Tiyatroları için sanıyorum ki cesur bir tavırdır bu. (Hatırlatma: neredeyse hiçbir salona tekerlekli sandalye ile giremediğim için, okuyup bildiklerim üzerine yazıyorum.)

Sahnenin ortasındaki vinç bir o yana dönüyor, bir bu yana. Bir  yükseliyor, bir alçalıyor. Erdal Beşikçioğlu ise kendisinin kullandığı bu vincin üzerinde adeta akrobasi yaparak oyunu sergiliyor. Kendini vincin kafesinden baş alağı sarkıtıyor, kafesten vincin kollarına atlıyor, vincin en ince, ayakta durması en zor yerlerinde bile hiçbir koruma olmadan hünerle yürüyor. Bazen gözlerinizin içine baka baka oynuyor, bazense vincin açısı gereği yüzünü, bedeninin büyük bölümünü göremiyorsunuz; ama oynadığı oyunu bedeninin küçük bir bölümü belirginken dahi görmek mümkün. Erdal Beşikçioğlu Hopluyor, zıplıyor, bağırıp çağırıyor, sahnede deliriyor, tepenizde dolaşıyor,  yüzünden damlayan koca ter damlaları etrada savruluyor, birkaç metre yüksekten yere düşüyor ama hiçbir şey enerjisini oyun sonuna kadar kesemiyor.

Oyun sonunda, alkışlar bittiğinde ise oyunun yönetmeni Cem Emüler’i takdim ediyor Erdal Beşikçioğlu. “Biraz da onu alkışlayın” derken sesi çıkmıyor. Tüm enerjisini oyun sonuna kadar hiç düşürmeden kullanmış ve ışıkların kapanmasıyla kesilmiş gibi.

Peki oyun neden bir vincin üzerinde oynanıyor? Başka türlü oynanmaz mı? Oynanır tabii. Oynanıyor hatta; ama elbette bu vinç laf olsun diye konmuş, “hadi bir şekil yapalım” diye dahil edilmiş değil Bir Delinin Hatıra Defterine. Tiyatroda satılan, Erdal Beşikçioğlu imzalı BDHD kitapçığında, oyunun yönetmeni Cem Emüler şu cümlelerle anlatmış durumu:

“Peki,bugün, bu öyküyü sahneye koyarken ne eklemek gerekirdi üstüne? Bir makine! Yüz altmış altı yıl önce kurşun kalemle yaptığımız işleri artık makinelerle yapıyoruz. Çok ilerledik! Artık o karanlık günler geride kaldı!”

Gogol’un eseri, yedinci dereceden bir memur olan Poprishcin’in, müdürün kızına karşı olan aşkıyla deliliğe gidişini anbean bize gösteriyor. Hafif çatlak bir adam, haline, laflarına, düşlerine aşağılamadan gülünecek tatlı bir deliye dönüşüyor önce. Ardından şartlar onu daha da delirtiyor. Poprishcin acılar içinde başımızın üzerinde koştururken annesine kavuşmayı, kurtulmayı umudediyor. Tüm bunlar yaşanırken, hem her an derin bir sistem eleştirisi görüyoruz, hem de insanı delirtenin bu düzenin ta kendisi olacağını farkediyoruz.

Sonra bir eserin yayınlandığı tarihe, bir bugüne bakıyoruz; aradan geçmiş yüz yetmiş dokuz yıl. Teknoloji değişmiş, makineler fazlasıyla hayatımıza girmiş. Şu yazıyı bile ben makineler aracılığıyla yazıyorum; siz de öyle okuyorsunuz; ama sistem hiç değişmemiş.

Oyunun bir vinç, şemsiye ve kovadan oluşan dekoru oyunu neredeyse her yerde, kapalı ya da açık alanlarda oynanabilir kılmış. Daha önemlisi, Erdal Beşikçioğlu’nun kabiliyeti ile bu zeka birleşince, tiyatronun düz bir oyunculuk işi değil;  ışığından seslerine her detayı ile tam bir performans sanatı olduğu ders niteliğinde ortaya konmuş. Klişe olacak ama… Tek kelime ile muhteşemdi.

Umarım bir gün yeniden izleme fırsatım olur.

Bu defa olmadı ama umarım bir gün Erdal Beşikçioğlu’yla da tanışma fırsatım olur.

Ve umarım bu oyunun temiz bir video kaydı arşivlerde vardır. Tiyatro her ne kadar yalnızca sahne üzerinde izlenmesi gereken bir sanatsa da (Hele bu oyun… İçine girip izlemek lazım.) oyun bir gün sahnelenmez olduğunda video’su çıkartılıp “bakın burada böyle bir iş yapıldı” diye gösterilmeli herkese.