İlkler özeldir” adeta klasikleşmiş bir cümledir. Bence boşuna da değildir. Herkes için bir çok ilk (belki tüm ilkler) özel, güzel ve anlamlıdır. Benim için de öyle. İşte bugün ben, yeni bir ilk’imi yaşadım; günün  detaylarını paylamak istiyorum.

Önce bu yazıyı okuyup da bilmeyenler için belirteyim ki; 15 yıldan uzun süredir fiziksel engelli sıfatıyla yürüyemiyorum. Kısa bir süredir de akülü bir tekerlekli sandalye sahibiyim. İşte bugün ben ilk kez yalnız başıma (aslında kardeşimle) dışarı çıktım.

Bir süredir gitar kursuna giden kardeşimi(10) kursa götürmem için birlikte yola çıktık. Şişli’den Taksim’e… Çeşitli kaldırım engellerine takılmamak için yolu birazcık uzatarak da olsa Osmanbey metrosuna vardık. Engelli asansörü her zamanki gibi genç ve sağlıklı görünen insanlarla doluydu. Asansörü bekleyen iki genci yaralamak pahasına “Pardon” deyip bodoslama dalsam da müsade alamadım. Asansörün engelliler ve yaşlılar için olduğunu hatırlattıktan sonra “tamam işte, biz de kafadan engelliyiz” cevabını almak beni yeterince tatmin etti. Hoş; içimden “embesiller için değil, fiziksel engelliler için” demek geçmedi değil. (tabii ki gerçekten zihinsen engelliler embesil değil)

 Önce Taksim durağı, sonra İstiklal’den aşağı Taksim Sanat müzik kursu. Kardeşimi beklerken kursun aşağısındaki kıraathaneden bozma, küçük, varoşvari cafe benzeri yerin kapı önündeki masalarında oturmak istedim. Yer yoktu. Bir süre orada beklemek için tekerlekli sandalyemi bir köşeye çektim. İki bina arası bir boş duvar önü. Hemen yandaki eczacı seslendi: “oğlum çık ordan dükkanın kapısını kapatma!” Günün güzelliğini bozmamak adına söyleyeceklerimi yine içimden söyledim: “Bir; ben senin oğlun değilim, öyle olsa zaten böyle kovmazdın. İki; dükkanını kapatmamak için zaten bu duvara geçtim. Üç; bu noktada ancak köşeyi iç kulvardan dönüp 1.50’den kısa ve buraya 5 metrden uzak insanlar dükkanı göremez.”

Sessizce çekildim oradan.. Bir süredir internet aracılığıyla tanıdığım ama hiç görüşemediğim arkadaşım Fatih’le tanışmak için Atlas Pasajı’na indim. Onunla laflarken, eski bir arkadaşımla da karşılaştım. Bir 15-20 dakika oyalandıktan sonra geri döndüm.

Saat 15:15’di ve kardeşimin kurstan çıkmasına 45 dakika vardı. Neyse ki kıraathaneden bozma cafemizde bir masa boştu. Hemen yanaştım. Önce çantamdan kitabımı (Murathan Mungan – Paranın Cinleri) çıkarttım. Sonra gelen amcadan bir çay istedim. “aslında soğuk bir şey de olabilir” dedim. Önce şüpheyle beni süzdü, sonra elimdeki kitabın  açık olan fotoğraflı sayfayı inceledi ve konuştu:
– Sen burada mı oturacaksın?
– Ee, evet? Kardeşimi şurda kursa bıraktım. Bir yarım saat kadar oturup gidecem. Sakıncası mı var?
– Eöö, kem küm.. Bu masaya 3 kişi oturur yau, sen içeri geçsene..
Her şeye rağmen, sabrımı korudum. “Basamak yok, değil mi? Girebilirim?” dedim. “Girersin.” dedi. Nitekim girdim de. Bana tabure benzeri, “kirli” beyaz renginde bir masa verdi. Eh, bir kere de girmiş bulundum. Bir Ice Tea sipariş ettim. Daha sonra da dalaşmak yerine adamı kibarlığımla dövdüm. Masayı verdiğinde, siparişimi getirdiğinde, parayı aldığında, para üstünü getirdiğinde ve çıkarken nazikçe teşekkür ettim. Hayırlı işler ve iyi günler dileyerek çıktım dükkandan. İçeride kitap okumaktı niyetim ama huzursuzdum, 15 dakikadan çok dayanamadım…

İstiklal’de ilk kez tek başıma ilerledim. Aşağılara kadar inip, pek tanımadığım arka sokakları dolaşarak, ağır ağır kursa doğru ilerledim. Saat 15:57 idi. Kardeşimin çıkmasına 3 dakika vardı ama 16.30’da çıktı. Apartmanın çevresinde dikilen bir çok insan ve esnaftan da cesaret alıp sırtımı kursun yanında bir duvara verdim. Kitabımı çıkardım. Ve ilk kez evimden uzakta, bir sokak köşesinde kimseye aldırış etmeden kitabımı okudum.

Kardeşim kurstan çıktı. Birlikte İstiklal’de ufak bir tur daha attık. Cebimdeki son paramla ona bir çift küpe aldım ve evin yolunu tuttuk..