Bugün (9 Kasım) SanalCafe‘nin 24. Sinema Organizasyonu’nu düzenledik. Organizasyonu diğerlerinden farklı kılan şey, gittiğimiz filmin yönetmen ve oyuncularının da bize katılmasıydı. Biz filmi 86 kişilik bir grup olarak izlerken, salona 230 kişi doldurmayı başarmışız ki sinema yönetimini bile şaşırttık.

Güzel bir organizasyondu, yönetmen ve oyuncular (Murat Şeker, Tolgahan Sayışman, Ayten Uncuoğlu ve Yasemin Öztürk) davetlemizdi, büyük bir kalabalık olacaktı her şey organizasyon bazında mükemmel olmasına karşın benim Murat Şeker‘e ve Aşk Tutulması‘na karşı büyük önyargılarım vardı. İzleyici olarak bir gün mutlaka izleyecek olsam da sinemada izlemeyi tercih edeceğim bir film değildi. Hataymış.

Önyargımı ilk yıkan şey Murat Şeker’in Perşembe günü Sinevidyon’da yayınlanan röpörtajı oldu. Murat Şeker gerçek anlamda popüleritesini Plajda‘dan sonra kazandı diye düşünüyorum. Filmi izlememiş olmama rağmen gişeye yönelik yapılmış bir para toplama filmi olduğundan şüphem yok. (Evet, bu da bir önyargı) İşin içine sanatsal kaygılarım, izledikleimden duygusal anlamda bir şeyler kazanma derdine düşmem girince; bu tür filmler beni kendilerinden kolayca uzaklaştırabiliyor. Röpörtajında sizine dinlediğiniz/dinleyebileceğiniz gibi dram filmleri çek istediğinden ve 2011’e kadar uzanan bir sinema çizelgesinden bahsediyor. Özellikle son filmini (1923) merakla beklediğim üçleme niteliğinde filmler. Fakat sanıyorum ki Murat Şeker arttırdığı vakitlerde para kazanmak için de filmler çekecek.
Keşke ülkem insanında sinemasever oranı daha yüksek, bilet fiyatları daha makul olsaydı da yönetmenlerimiz sanat filmi yapmak için gişe filmlerine fazla ihtiyaç duymasaydı. Sinema filmleri yapımcının değil, sanatınnı yapan yönetmenin ellerinde olmalı…

Önyargımı bitiren ise Aşk Tutulması‘nın ta kendisi oldu. Film, “Türk İşi Romantik Komedi” sloganıyla vizyona girdi. Hikayenin temelini oluşturan bazı öğeler de 70’lerde kalmış Türk filmlerinden tatlar barındırıyordu. Bugün belki çoğunu gülerek izlediğimiz Ediz Hun-Hülya Koçyiğit filmlerinin olukça güzel revize edilmiş bir hali. (benzer lezzetler için bkz: my sassy girl)

Film önyargılarımı çok da aşmayan mesafede dialoglarla başladı. Özellikle (fragmandan da hatırlayacağınız) eczane sahnesindeki kısık ses efektindeki yapaylık can sıkıcıydı. Film ilerledikçe biçim değiştirdi. İlerleyen sahnelerde “keyifli” bir komedi biçimi aldı. Tribün sahnelerinde 20 yıl öncesinden manzaralar görmek de benim için güzeldi. Çünkü çocukluğumda futbol ve tribün bugünkünden çok farklıydı. Bu filmdek gibiydi.. Tek sorun taraftarın Fenerbahçeli olmasıydı.

Film Fenerbahçe aşkının üzerine kurulsa da böyle anılmasının daha çok ticari olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar Murat Şeker zaten her gruba da beğendirebileceği bir film yapamayacağının, illa bir grubun itiraz edeceğinin farkında olduk bunu umursamadan (ki iyi ki de böyle yapıp doğru bildiklerini savunuyor) bir Fenerbahçelinin hikayesini çekse de, bu film aslında tutkuların filmiydi. Bazen bir şeye öyle bir tutkuyla bağlanırsınız ki; onun için aşkınızdan vaz geçersiniz. Bazen de öyle bir aşka düşersiniz ki; tutkunuzdan vaz geçersiniz. Peki ya ikisine birden yakalanırsanız? İşte film de tam olarak bu soruya cevap bir hikayeden oluşuyor.

Filmin (benim açımdan) kötü başlayıp, giderek keyifli bir hale dönüştüğünü söylemiştim. Ancak bu yalnızca filmin ilk bölümü için geçerli. İkinci bölüm aslında keyfimin en çok arttığı zaman dilimini yaşatmış fakat aynı zamanda kararında tutturulmuş dram sahneleriyle gözlerimi doldurmuş, hatta ağlama sınırına getirmiştir. Eh, hep bahsederim zaten. Bana her hangi bir duyguyu gerçekten yaşatabilen, ağlatacaksa bunu duygu sömürüsü yapmadan ya da 90 dakika salya sümük ağlayan insanları izlettirmeden yapan filmler benim için iyi filmlerdir. Aşk Tutulması da bu yüzden iyi bir film olmuş.

Bence siz de çok geç olmadan yeni filmlere yol açmak için bu filme gidin. Hatta zamanınız varsa  Issız Adam, Mustafa, Devrim Arabaları gibi şu an vizyondaki bir çok Türk filminden en azından 1-2’sine daha gidin. Sinema, izlendikçe izlennesi bir hala gelecek. Kim bilir, belki bir gün bizden de bir Kubrick, bir Hitcock çıkar. Belli mi olur?