Taksim Gezi Parkı 3 haftayı aşan bir zamandan beri halka kapalı. Gerekçe içeride yapılan temizlik ve yenileme çalışmaları. Eylemlerden sonra bir parkı onlarca polisin koruması ise bu gerçekten bir çalışma olsa da bu gerekçeye inanmayı güçleştiriyor. Hatta inanmıyorum! İki hafta önce polis amirlerinden izin alıp parka girdiğimde, parkın iki gün sonrası açılacağını öğrendim. Açılmayınca bugün tekrar o parka girmeye karar verdim ve gittim.
İş benim için inada bindi bir defa. Çünkü özel araç kullanmadan, Taksim Meydanı’na tekerlekli sandalye ile çıkmanın tek yolu Gezi Parkı‘ndaki metro asansörü. O da kapalı! Evden çıkmadan evvel Ulaşım A.Ş’yi arayıp sordum. Emniyetin asansörü kapattığı bilgisini verdi. Emniyet kapattığı için hiçbir şey yapamazlarmış. “Tek çıkışım o ama” dedim, sadece “Evet” diyebildi telefondaki kadın. “Taksim’e gitmeyeyim mi o zaman?” dedim. Cevapsız kaldı. Diyalog kurmayı beceremeyince teşekkür edip kapattım. Kardeşimle birlikte Taksim’e doğru yola çıktık.
Gezi Parkı’na çıkmak tabii ki mümkün değildi. Yine metro güvenliğinin yardımı ile yürüyen merdivenlerden füniküler katına taşındım. (Bakalım ne zaman devrileceğim?) Ardından füniküler asansörüyle meydana çıkıp parka doğru yöneldim. Memurlara hiç bulaşmadan amirlerin yanına vardım. Parka girmek istiyorum dedim, yasak dedi. Durumu anlattım. Dinlemedi, boşvermiş bir tavırla “iyi hadi gir” dedi. Bu beni tatmin eden bir cevap olmadığı için, komiserin tüm ilgisiz tavrına rağmen (o sırada bir şeyler yazıyordu) diyalogu sürdürmeye çalıştım.
Durumu ve ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. Israrla “tek çıkışım kapalı” dedim. “Haklısın ama biz kapatmıyoruz. Belediye kapattı orayı” dedi. Daha 1 saat önce Ulaşım A.Ş. ile görüşmüşüm, polis kapattığı için olduğunu söylemişler… Kime inanayım? “Parkın kapatılması zaten yanlış ama bu özel bir durum” derken ben, sözümü kesti. “Benimle siyaset konuşma, anlaşamayız, konuşmam” dedi. “Bu siyaset değil” desem de, uzatmadım.
Tam parka doğru yol alacakken, aklıma dün Erdem Akakçe’nin Twitter’da beni de “mention” ederek parktaki kitapları sorması geldi. “Ya siyaset değil, merak ediyorum kitaplar ne oldu” diye sordum amire. Önce “bilmiyoruz” dedi. “Ben de kitap yollamıştım, o yüzden merak ediyorum” dedim. “Keşke yollamasaydın” dedi ve ekledi: “Parkta kitap mı okunur? Ne işi var orda kütüphanenin?” Aynı adam laf arasında “kitap her yerde okunur” gibi laflar da etti. Aklı karışık herhalde. “Olur” Dedim. “Eylemler bir yana, keşke her parkta bir kütüphane olsa, insanlar ücretsiz kitap okusa” dedim. O yine “kitap okumak için başka yerler var” dedi.
Gezi’deki kitaplar içinse “böyle şeylere biz bakmayız, toplar bırakırız. Belediye ne yaparsa artık” dedi. Bunu söylerken yüzünde öyle bir bakış vardı ki, “bir soru daha sorarsan öpecem ebeni” der gibiydi. Yanındaki polis de aynı geçiştirir edayla “çöpe atılmıştır” onlar dedi. Daha fazla ısrar etmek riskti. Teşekkür edip parka daldım.
Parkın içi yine 50 kadar sivil, 50 kadar üniformalı polis doluydu. Bazıları güleç yüzlü, güzel çocuklar. Bazıları ise gereksiz bir nefretle bakıyorlar. (Bir defa içeri girdiysen, kimsin diye sormuyorlar.) Önlerinden geçmek garip bir tedirginlik yaratıyor. Herkesle göz teması kurmaya çalışırken, onlardan bakışlarımı kaçırdım çoğunlukla. Neticede onların inşaatıydı ve ben topum kaçmadığı halde içeri girmiştim.
Doğruya doğru; dar bir delikten bakınca, son 2 yıldan haberin olmayınca park çok güzel olmuş. Geniş bir pencereden bakınca ise o çiçek gibi görünen parkta baktığım her şey canımı yakıyor. (bkz: gezi parkı’nın çiçek gibi olması) Ben parkta bu kadar iş yapılmışken engelliler için de bir şeyler yapılmıştır diye umuyordum. İBB’ye de bu konuda başvurul olmuştu. Yapılmamış! Tek yapılan şu yandaki fotoğrafta görülen rampa. O rampa öyle dik ki; çıkamıyorum. Rampaya tırmanırken öyle bir kaldım ki; geri de gidemez oldum. Sabitlendim. Kardeşimin yardımıyla kurtuldum.
O sırada fotoğrafta görünen sarı yelekli polisle karşılaşıyorum. Güler yüzlü bir adam. “Belediyeden kimse yok galiba” bugün diyorum, “yok” diyor. Rampayı gösteriyorum, o da anlam veremiyor. Anlatıyorum sonra durumumu.. “Hadi park kapalı ama…” diyorum, “Bana kalsa hiç kapatmam” diyor. Ne güzel diyor. Amirleri gibi düşünmüyor belli ki..
Parktan bahsediyoruz, güzel oldu ama… Aması var işte, olmadı. “4 Kişi öldü” diyorum parkın böyle olması için, polis olmasını kastederek “biri de sizden, Mustafa Sarı” diyorum. Yine cevap ağzında. “Siz-biz yok” diyor. Anlıyoruz birbirimizi. “Park güzel oldu da,4 kişinin kanı bu parkta. O kanlar hiç temizlenmeyecek” diyorum. “Keşke canlar gitmese” diyor. Şaşırtıyor biraz da beni. Tüm polisler böyle düşünüyor olsaydı, bugün başka bir gün yaşıyor olabilirdik. Belediyecileri uyarması için ricada bulunuyorum. İlgiyle kabul ediyor ve ayrılıyorum oradan da.
Parka meydan tarafındaki merdivenlerin oradan girdim. Divan Oteli’ne (parkın diğer ucuna) doğru geldiğimde uzakta 2 polisin birbirinin fotoğrafını çektiğini gördüm. Sonra ikisi de yanımdan geçti. Yaşları benden genç, güzel yüzlü, temiz görünümlü çocuklar vallahi. Dayanamadım, gülerek takıldım: “Ne o? Hatıra fotoğrafı mı?” dedim. Onlar da gülerek “evet” dediler, “biz parka hiç giremedik, hep dışarıdaydık. Şimdi içeri girince bir çekelim dedik.”
Soruyorum, “sizi de mi almadılar, siz de mi halk değilsiniz?” Anlamıyorlar espirimi. “Hepimiz halkız”lar. Önce anlatıyorum şakamı, sonra oturuyorlar banka. Başlıyoruz yaklaşık yarım saat sürecek bir sohbete. Biraz konuştuktan sonra kardeşimle ellerimizdeki telefonları görüp “kaydetmiyorsunuz di mi?” diyorlar panikle. Kaydetmiyoruz. Kaydetsek onların da başı belaya girer ama keşke kaydedebilseydik. “Kaydetmiyoruz ama blogum var, orada yazarım konuştuklarımızı” diyorum. Anlaşıyoruz. İsimlerini bile sormadım. Birinin üniversite mezunu olduğunu öğrendim sadece.
Buradan sonra, biraz o iki memurun anlattıklarına yer vereceğim. Onlarla fikirdaş olduğumuz şeyler de var, tamamen zıt olduğumuz da. Ben söz verdiğim gibi aklımda kaldığı kadarı ile konuştuklarımızı anlatacağım. Doğrudur-yanlıştır, haklıdır-haksızdır müdahale etmeden aktaracağım. (yine aralara yorum da yazarım)
Polisin temel derdi çalışma koşulları. “Dört gün uykusuz kaldık, yerlerde yattık” diyorlar. Çok da haklılar bu konuda. Ne olursa olsun adaletli ve ahlaklı bir görevlendirme biçimi değil bu. İtiraz hakları da yok bu duruma. “Ama” diyorum, “siz o gün kendi dertleriniz için eylemcilerin arasına karışsaydınız, sizi de kucaklarlardı” diyorum. Öyle olmadığını söylüyor. “Bizi kabul etmediler” diyor.
İkisi de eylemcilerin barışçıl olduğunu söylüyor. Biri “belki polis olmasaydım ben de katılırdım” diyor. Ama ekliyorlar da. “İçlerinde belki sadece %1, saldırgandı. Molotof da vardı silah da. Hep eylemcilerin arasında dolaştılar. Bize teslim etmediler onları” diye anlatıyorlar.
Biraz görüntüler üzerine, biraz da şahit olduklarımız üzerine konuşuyoruz. Üniversite mezunu olan, “kendi gözlerimle gördüm” diyor. “Beleştepe’nin oradayım, o tünelin üstü var ya” diyor. (Ya da üstgeçit. Bahsettiği yeri tam bilmiyorum.) “Oradan aşağı sivil araçların üzerine kocaman taşlar atıyorlardı. Buna ne yapayım” diyor. “Haklısın” diyebiliyorum sadece…
Ne güzel konuşuyorduk işte, diyalog yolunu da soruyorum: “hiç eylemcilerle konuştunuz mu?”
“Konuştuk da” diyor. “Genelde konuşamadık. Bize ‘gel gel’ yapıyorlardı. Konuşmak için mi?” Ben bilmiyorum cevabını. Üstelemiyorum da…
Meşru müdaafaya geliyor bir ara konu. Ethem’i soruyorum, “O da mı meşru müdaafa?” “Evet” diyor. “50 kere seyrettim görüntüleri” Kendi açısından görüntüleri annlatıyor. Kabul edemiyorum, sindiremiyorum. Bir can gitmiş zaten, ötesi yok. Ama niyet konuşmak dedik ya; tartışmıyorum. Susuyorum…
O %1’i anlatıyorlar çokça. Eylemci taraftan gelen türlü saldırıyı anlattılar. Onlara göre bu insanlar polise teslim edilseydi, daha güzel olurdu. Bu konuda aynı fikirdeyim. Ama ben iki taraflı düşünüyorum. Polis adam gibi sadece provakatörleri istemeli, eylemciler de teslim etmeliydi. Polis saldırınca, eylemciler direnince işler karıştı gibi geliyor bana…
Yine de söylüyorum, “iyi de nerede taş atan biri olsa eylemciler de engel oldu” Kabul ediyor, şunu anlatıyor: “İzmir’de bir arkadaşım elektrik direğini söken birilerini görmüş. ‘yapmayın etmeyin’ diye uyarın gitmiş. Sonra o direği sökülmüş halde bulmuş. Ne gerek var buna?”
Divan’a atılan gazları soruyorum. O akşam, o bölgede değillermiş sanırım. “Siz daha iyi biliyorsunuz, orası özel mülk ve kapalı alan. İçerde suçlu bile olsa ancak arama izni ile girebilirsiniz” diyorum. Bilgiyi doğruluyorlar ama bazı durumlarda girebiliyorlarmış. O gece Divan’da olanlardan biraz habersizler. “Çocuklar vardı 3-5 yaşlarında,, kapalı alan orası” Cevabı yok…
“Çocukların ne işi vardır orda” demiyorlar ama samimi bi tavırla “ben olsam çocuğumu getirmezdim” diyor biri. “Ben getirirdim” diyorum. “Parkın içinde çocuk atölyesi vardı, çocuklar resim yapıyordu. Çok güzeldi park. Vali Mutlu açıklama yaptı müdahale olmayacak diye. Niye getirmeyeyim” diyorum. Genel görüş çocuğu oraya sokmamak üzerine olsa da çocukların halinin cevabı yok. Anlattıklarıma yabancılar ama. “Bizi parka giremiyorduk” diyorlar.
Sosyal Medya’yı konuşuyoruz biraz. Üniversiteli olan daha bilgili. Diğerinin Facebook’u var, Twitter’ı yok. Ortak görüşümüz sosyal medyanın hala bilinçsiz kullanıldığı, araştırmadan haber yayıldığı. Aynı şekilde hukuki bir süreç başladığında savcıların, hakimlerin de çok bilgisiz olduğu konusunda hemfikiriz. Onlar bir sosyal medya düzenlemesi gerektiğini düşünüyordu. Ben de mevcut yasalarla, bir suç varsa Twitter’da suç olduğnu ve cezalandırılabileceğini. Tek kusurun prosedürlerin ağır işlemesi olduğunu annlattım. Sonunda eğitimle çözülmesi gerektiği konusunda tam olarak anlaşamasak da buluştuk.
Bu iki memurla konuşmamızın -uzun yazsam da- kısa özeti bu şekilde. Dertli ve şikayetçi oldukları çok fazla şey var. Biraraya gelip konuşabilmek lazım.
Öte yandan bugünkü ve daha önceki polis diyaloglarıma bakarsak, içlerinde türlü çeşit insan var. Bazıları gerçekten nefret dolu. Bugün gündüz vakti, eylem yok, tek başımayım, silahım yok, tekerlekli sandalyedeyim. Ama kitapları sordum diye duyulan öfkenin nefesini yüzümde hissettim. İçeride bazı polislerin korkutucu bakışları onlardan uzakllaşırken bile üzerimdeydi…
Bazıları fazlasıyla iyi niyetli; bazıları dengeli. Fanatik değil. Polisin derdini de biliyorlar, eylemcinin derdini de. Hem eylemleri haklı görüyor, hem de kimi zaman sert de olsa işlerini yapıyorlar.
Eğer o “nefret dolular” grubuna giren polisler olmasaydı…
Parktan çıkarken, girişte konuştuğum amire kardeşimle birlikte teşekkür mahiyetinde, iyi niyetle “iyi günler” dedik. Verdiği cevap sert bir sesle şuydu: “İşinizi hallettiniz… Haydi, güle güle…”
Parktan çıkınca, İstiklâl’den Tünel Meydanı’na doğru indim. Orada bir arkadaşımla buluştum. Fazla vaktimiz olmadığı için tekerlekli sandalye ile girebileceğimiz bir yer aramak yerine, birer donndurma alıp bir duvarın dibine çöktük meydanda. Başladık sohbete. Hem geyik yapıyoruz, hem de Taksim olaylarını konuuşuyouz. O benim gibi Twitter eylemcisi değil, gazların içinden çıkmış, parkta kalmış bir adam.
Ben ona polisle konuştuklarımı anlatıyorum, “bak böyle de olmuş” diye. O da bana gözaltına alınan ortak arkadaşlarımızın bir gecede yaşadığı ömürlük anıları anlatıyor. Yine aklım karışıyor. Kim iyi polis, kim değil? Kim bu barışçıl eylemciler, kim bu molotoflu yüzde bir? Hiçbirini sağlıklı cevaplamak mümkün değil…
Saat 17.50 oluyor. 1 Saat sonra Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla insanlar meydanda toplanacak. Zaten gün ortası otobüsler dolusu polisi görmüşüm. Kalabalık olmadan ayrılalım diyorum. O sırada hala yerde oturuyoruz. 3 Kişiden kalabalık kimse geçmiyor. Onlar da ya aile, ya arkadaş. Biraz ileride 15-20 kişilik bir grup var ama onlar da sokak müzisyenlerini dinliyor.
17.50’de İstiklâl, bildiğin istiklâl. Gençler, yaşlılar, çocuklar, turistler geziyor, alışveriş ediyor. Kimisi aşağı, kimisi yukarı yürüyor. Müzisyenler var, simit yiyenler var, adres soranlar var… Sıradan bir İstiklâl gününü farklı kılan tek şey belki polis telsizli temizlik işçileri… Yine de biliyorum, “müdahale olacak” diyorum.
18.20 Şişli’ye varıyorum. 18.10 gibi telefon gelmiş, metroda olduğum için bana ancak ulaşıyor. Tünel’de buluştuğum arkadaşımmış. Hemen arıyorum. “Ne ağız varmış sende be!” diyor. TOMA’lar girmiş İstiklâl’e… Hemen eve varıp (18.30) bakıyorum görüntülere, bizim oturduğumuz yer gaz dolmuş ben eve varana kadar.
Yani ben 10 dakika daha orada dursaydım, o hiçbir eylemcinin olmadığı caddede, bir TOMA’nın sıktığı su yüzünden belki de eve dönemeyecektim. Oysa iki saat önce polisleri dinlemiştim. Kabul etmediğim görüşlerine rağmen dertleri vardı. Yazıp anlatmaya söz vermiştim. “Kimse bizi dinlemiyor” demişlerdi…
Ben dinledim o polisleri…
Eminim başkaları da dinlemiştir…
Sonra o polislerin saldırısından kıl payı kurtuldum…