Fotoğraf: Emre Mollaoğlu

Pürtelaş Tiyatro’nun sahnelediği, Anton Chekhov’un ünlü oyunu Martı ilk kez Kasım 2017’de İKSV’nin düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirci karşısına çıktı. Ben de ilk izleyenlerden biri olmanın peşine düşsem de; biletleri neredeyse satışa çıkmadan tükenen Martı’yı ancak 2 hafta kadar önce (Mart 2018) izleyebildim. Bilet bulabilmek ve alabilmek için çok bekledim ama buna değdi.

Oyundan sonra, doktoru oynayan Serdar Orçin’le kısa bir sohbet etme şansı buldum. Oyun hakkında fikrimi sordu. Beğenimi ifade ettikten sonra şaşırdığımı dile getirdim. “Ben çok daha sıkıcı bir şey bekliyordum. Çok iyi olmuş” dedim. Hayır; “sıkıcı” derken kötü bir oyundan değil, biçimsellikten bahsediyorum. Chekhov’un metninde kasvetli bir dünya, puslu bir hava, bitmeyen geceler, dümdüz bir tansiyon grafiği var. En azından benim algıladığım bu. Serdar Biliş’in yönettiği Martı’da ise tüm Checkhov algısını tepetaklak eden bir dünya kurulmuş.

Bu yazının devamı oyunun içeriği ve işleniş biçimi üzerinde spoiler olabilecek bilgiler içerir.

Bundan 120 yıl öncesinin Rusya’sını anlatan oyun; olduğu gibi bugünün dünyasına, günümüz gerçekliğine taşınmış. Bu üretimin arkasında bence günümüze uyarlama derdi, “bugün olsa nasıl olurdu” sorusu yok. Hikayenin, bu çağın gerçekliğinde nereye konumlandığının tespiti ve bu varoluşsal sıkıntıları, bu metin üzerinden bugün nasıl anlatırızın derdi var. İki yöntemin sonucu aynı gibi görünse de, gidilen yol farklı olduğu için varılan sonuç da farklı oluyor. Çünkü birinde metnin amacı korunurken, diğerinde yalnızca boş bir yeni zaman eleştirisi ortaya çıkıyor.

Aslında oyunu izlemeden birkaç gün önce okuduğum için ilk başta yadırgamadım değil. İlk cep telefonunu gördüğümde bir vinç beni 120 yıl öncesinin Rusya’sından, günümüzde, bilinmez bir yere bıraktı bir anda. Ancak süregelen güncel yaklaşımlarla adapte olmam uzun sürmedi. Bu Martı’yı atların yerini otomobiller, not defterlerinin yerini ses kayıt cihazları varlığı belli belirsiz flörtlerin yerini kucak kucağa ilişkiler, kızgınlığını durgun bir şekilde ifade etmenin yerini öfke patlamaları almış.

Martı’daki Yazar Trigorin (Fırat Tanış) bohem dünyasından çıkıp daha kibirli, Doktor (Serdar Orçin) daha umursamaz, Mâşa (Gonca Vuslateri) kendini evin kızı sanacak kadar cesur, Treplev (Boran Kuzum) aslından hırçın, İrina Nikolayevna (Tilbe Saran) oğluna karşı daha büyük bir nefretle dolu, Nina (Ecem Uzun) daha küçük yaşta (muhtemelen) daha çok “büyümüş” bir karakterde karşımıza çıkıyor.

Her karakter üzerinde (yukarıda söz etmediklerim dahil) küçük, büyük dokunuşlar olsa da; günün sonunda her biri aynı varoluş savaşını veriyor. Hepsi peşinden koştuğu aşkı yaşamak, yalnızlıklarından kurtulmak, dertlerini bertaraf etmek, hedeflerine ulaşmak, takdir görmek, olmak istedikleri yerde olmak için mücadele ediyor ve birbirlerine kör bakıyorlar.

Pürtelaş’ın sahnelediği bu biçimsel arayışı elbette metne, ışık tasarımına, müziğe, sahne yapısına, dekora da yansıyor. Türkçe çevirisinde Sami Özbudak’ın adını gördüğümüz metinde (ben Ataol Behramoğlu çevirisini okudum) aslına oldukça sadık kalınsa da bazı bölümler törpülenmiş, kimi ayrıntının altı çizilmiş, kimi incelikler parlatılmış. Nefis olmuş. Müzikler desen; Treplev’in dinlediği valsler sahnenin uzak köşesinde bir Teremin ile çalınıp söylenir olmuş.

Gamze Kuş’un hazırladığı sahne tasarımı oyunda dikkat çeken bir diğer unsur. Salona girer girmez; dört yanı seyirci koltuklarıyla çevrili; yeşil, çimenlik; ortasında (gölü temsilen) birkaç parmak su dolu, kare bir havuz olan hemzemin bir sahneyle karşılaşıyorsunuz. Oyun başladığında sahnenin sınırları ortadan kalkıyor ve kimi zaman Sorin çiftliğinin bir komşusu, kimi zamansa evin hayalet bir ferdi oluyorsunuz. Bu öylesine seçilmiş bir sahne tasarımı değil. Özellikle oyunun sonlarındaki katmanlı yapıda kendimden geçtim.

Ha keza; sahnede, oyunun gerekliliği olan birkaç parça eşya (masa, sandalye vb.)  dışında hiçbir dekor malzemesi yok. Oyun, bizi 1800’lerin sonundaki Rusya’dan alıp günümüze getirirken; bir yandan da bizi zamandan ve mekandan soyutlayarak, kendi varoluş mücadelemizi sorgulatacak sonsuz bir boşluğa bırakıyor.

Martı, her ne kadar Sorin çiftliğinde yaşayanların umarsız acılarını anlatsa da; güldürmekten de geri durmuyor. Metindeki ince (bana göre hiç olmayan) mizah duygusu; bu sahnede, oyuncuların da emeğiyle parlatılmış, paslarından ayrılmış ve oyunu şaşırtıcı kılan diğer nedenlerin arasına eklenmiş. İzlerken güleceksiniz ama elbette kahkahalara boğulmayı beklemeyin.

Sonuç olarak Chekhov’un Martı’sı günümüze kadar uçmuş, Pürtelaş’ın sahnesine kadar gelmiş. Oyun güncellenmiş, başka bir dünyaya taşınmış; metin elden geçirilmiş, yeni bir sahne yaratılmış, yeni bir biçim arayışına girilmiş; oyuncular karakterlere yepyeni ruhlar katmış ama oyun başta da ifade ettiğim gibi bir günümüz uyarlaması olmamış.

Bunca sürprize, insana zevk veren detaylara, baştan aşağı yenilemeye rağmen oyun aslından kopmamış; aksine, tüm ayrıntılarını kullanarak aslıyla bütünleşmiş. Yönetmeni, oyuncusu, sahne tasarımcısı, ışık tasarımcısı metne ve bu anlatım diline hizmet etmek için özenle çalışmış. Neticesinde hakkıyla kapalı gişe oynayan bir oyun çıkmış ortaya.

Martı

Pürtelaş Tiyatro
Yazan: Anton Chekhov
Türkçe Versiyon: Sami Özbudak
Yöneten: Serdar Biliş
Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş
Müzik: Çiğdem Erken
Koreografi: Tuğçe Tuna
Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Video: Ezgi Kaplan
Ses Eğitimi: Susan Main
Kast: Banu Kuruoğlu
Oynayanlar: Boran Kuzum, Ecem Uzun, Fırat Tanış, Gonca Vuslateri, Kayhan Açıkgöz, Serdar Orçin, Sevil Akı, Şerif Erol, Tilbe Saran, Yasin Bardakçı, Cem Cücenoğlu