Önceki iki yazımda, 20 Mart’ın benim için bir Kültür günü olduğunu yazdım. Ozan Eicher ile birlikte sergiden tiyatroya derin bir mücadele ile yol alıp durduk. İlk olarak Van Gogh Alive sergisini görüp yazdım. Sonra da aynı akşam izlediğim 3. Türden Yakın İlişkiler – Başlangıç oyununu yorumladım. Bu yazılarda yalnızca sergi ve oyunun içeriklerine odaklandım. Ancak bahsedilmesi gereken bir detay daha var: Sergiye, tiyatroya, sinemaya, vesaire ulaşmak bir tekerlekli sandalyenin üzerindeyken hiç de kolay değil. Üstelik, ulaşmak da yetersiz. Bu yazıda günün kararlaştırılmasından, bir sonraki yazımda ise yolculuk ve süreçten yorumlarımla bahsedeceğim. (Fotoğraf wowturkey‘den. Orada bir çözüm de bulunmuş.)
13 Mart akşamı Ozan “Van Gogh ilgini çekiyor mu? Birlikte gidelim mi?” diye sordu. Ben de “nasıl gideceğiz olum?” diye karşılık verdim. O çok rahattı. “Ne var ki? Önce metroya bineriz, sonra füniküler, sonra tramvay. Biraz yürürüz hepsi bu.” Ben tereddüt ettim. “Hepsinde asansör var mı?”, “Tekerlekli sandalye için uygun mu?” diye sorgulamaya başladım. Bir tek fünikiler biraz sorunlu. Akülü tekerlekli sandalye ile binmek pek mümkün değil. İttirmeli olanla ise çok zor değil. Biraz Yandex Panorama’dan biraz Google Maps’den civarı inceledik. Youtube’da füniküler ve tramvay videolarını bulup izledik ve nihayetinde sergiye gitmeye karar verdik.
17 Mart Cumartesi akşamı Salı günü büyük bir maceraya atılacağımızı sosyal medyada duyurmak istedi fakat öyle hastaydım ki; (bahar nezlesi) “Dur” dedim. “Önce iyileşmem lazım. Daha şirketten izin bile istemedim.” Salı da tek uygun gündü Ozan için. Ancak ertesi akşam Doğa Rutkay’dan aldığım mail planları değiştirdi. Beni 3. Tür oyununa davet ediyordu. Üstelik o da Salı akşamıydı. Önce Ozan’a “o zaman buna da gidelim” dedim. Sonra da -hala iyileşmemiş olmama rağmen- izin almak için canım patronlarıma bir e-posta attım. Artık hayvan gibi plan yapmıştım ve iyileşmek zorundaydım!
Tabii Doğa’nın daveti yoktan bir anda var olan bir şey değildi. Kendisiyle 1.5 yıl önce bir süre yazışmış, engelliler&tiyatro üzerine bir şeyler yapmak istediğimden sözetmiştim. Sonra Doğa’nın yoğun temposunda iletişimiz koptu. Ancak 2 hafta önce Patlak Sokaklar filminin galasına davetliydim. Doğa filmin oyuncusu olarak oradaydı ama ben uzak bir köşede kaldığım için onu göremedim. Sonrasında kabalıktan bir başka uzak köşeye kaçtım. Filmin başlama saatini beklerken, Doğa beni görüp yanıma geldi. (İnsan çok kişiyle muhattap olup 1-2 kez yazıştığı birini nasıl böyle hatırlar?) Bir de “sen bana çok laf sokuorsun” diye -şaka yollu- sataştı. Böylece yeni bir iletişim şansım oldu.
Yeniden bir e-posta atıp, “seni (sizi) sahnede de izlemeyi bir hak olarak görüyorum” dedim. Bunun üzerine de o daveti aldım. Kastettiğim şey, bu gibi özel şartlar oluşmazsa sahnede oyun izlemenin benim için ne kadar imkansıza yakın olduğuydu. Ha keza o akşam özel bir ilgiyle karşılandığım için her şey mükemmel olsa da; aynı zamanda ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm. Tiyatrolar, sinemalar, sergi alanları engelliler için hiç de uygun değil…
Aslında Doğa benim için bir basamaktı. Salonlarda bir revizyona gidebilmem, sesimi duyurabilmem, belki yöneticilerle konuşabilmem, baskı uygulayabilmem için bir oyuncudan yardım almam gerekiyordu. Bu kişinin aynı zamanda konuyla ilgilenebilecek biri olması, samimiyetine güvenebileceğim biri olması, ilgisinin ticari olmaması, “dizi” değil, “tiyatro” oyuncusu olması gerekiyordu. Aslında dikkat ettiğim pek çok detay vardı. Farklı zamanlarda farklı insanlarla da iletişim kurmaya çalıştım. Hiçbir zaman bu içtenliği hissedemedim ama…
Her neyse Pazar günüm biraz, Pazartesi ise tüm gücümle iyileşme çabasına girmiştim. Bir yandan mümkün olduğunca dinlendip, bir yandan ilaç ve besin desteği aldım. Güneşten maksimum yararlanıp, kendime psikolojik baskı uyguladım. Nihayet Pazartesi akşamı aldığım duştan sonra “ben hazırım!” Dedim.
Bir sonraki yazımda sergi için geçtiğim 14 (7 gidiş, 7 geliş) asansörden, fünikülerden, tramvaydan vs. bahsettim.