Bu cümleyi okurken yine uzun (hoş, kısa yazmayı da öğrenemedim) yazılarımdan biri olacak bu yazıyı okuyup okumamaya karar vereceksiniz. Gerçekten çok uzun ve ilgilenmeyen için sıkıcı bir yazı olacak. İçimde kalan bazı cevapları dillendirip kişisel masturbasyonumu yapacağım. Affedin.

Dün gece Okan Bayülgen‘in programı Muhabbet Kralı’nda konu bloglardı. Konuklarla haliyle blog yazarları ancak sadece kadın olanlar seçilmiş ve bu blog yazarları neredeyse sadece kadınlar için yazmakta. Ben eski bir blog yazarı olarak Okan’ın yapacağı bu programı uzun zamandır bekliyordum. Dünkü programı öğrendiğimde de heyecanlandım ama bir alandan seçilmiş yazarları görünce ilk hayal kırıklığımı yaşadım. (görsel kaynağı)

Program devamında da beni pek tatmin etmediği ve dahi içimde bir şeyler kaldığı için bu eleştirel yazıyı yazmaya karar verdim. Yapıcı olmak amacım, yıkıcı bulmak veya ciddiye almamak da tercihiniz. 3 saat 50 dakika süren programın ilk 3 saatlik bölümünde notlar aldım. Paylaşsam, hacim olarak iki kısa veya bir uzun blog yazısı olarak yayınlanabilir.

Programın konuklarından (kimliklerinden) bahsetmeyeceğim. Bunun iki sebebi var. Birincisi, Devletşah hariç hiçbir konuğu doğrudan tanımamam. İkincisi ise rahatsızlığımın konuklarla ilgili değil, tamamen programın konuyu işleyişi, seçilen konu başlıkları, programın gittiği yol ile ilgili. Birkaç kadın blog yazarının blog hayatlarına dair dinlediğimiz ve programda çok az yer kaplayan öykülerini çıkarttığımız zaman blog kavramı hiç konuşulmadı. Konu bloglarken, bloglar konuşulmayacaksa konuklar pekala ayakkabı boyacılarından da seçilebilirdi. Hazır blog yazarları oradayken, çok fazla soru sorulabilirdi. Hepsinden bahsedeceğim. Biraz programa bakalım.

Programın ilk 1,5 saatinde, konukların tanıtılması haricinde hiçbiri söz almadı. Bu süreçteki 2 Telefon bağlantısında bloglar değil, konvansiyonel medya araçları, gazeteler, kitaplar, reyting hileleri konuşuldu. (iki yazım: Gazeteci vs Blog Yazarı – Blog yazarının kitap yazarından ne farkı var?) Sonra 15 dakika reklam, biraz belgesel (tamam belgsellerin hakkını yemeyelim) derken geçip gitti saatler. (Tabii bu kadar reklam alıyorsa ayrıca bir başarıdır.)

Bu 1,5 saatte hissettiğim şey, “ben blog yazarı değilim” oldu. 10 yıldan çoktur orda burda yazsam da; ne reklam aldım, ne kuruş kazandım. Hiçbir dergi beni bir “şey” olarak seçmedi. Hiç ödül kazanmadım (yazı yazıyorum diye ödül mü olur zaten?), bir eğitimim yok, vs. vs. Yazıyorum işte sadece…

2’inci saat dolduğunda, Devletşah’ın 15 dakikalık sohbeti ile şenlendim. Bu sohbet izlenesiydi, bilgilendiriciydi fakat bloglar konuşulmuyordu. Sosyal İmleme (social bookmarkin) araçları, konum bazlı (location based) servisler, iPhone uygulamaları, genel bir internet kullanımı konuşuldu. Evet, konu blogların çevresindeydi ama öyle de kaldı. En azından sosyal imleme sitelerinin genel kullanımları ile birlikte blog yazarına olan katkıları da konuluşabilirdi.

Konuk blog yazarları (tekrar ediyorum, kimliklerinden bahsetmiyorum) dijital ajans geçmişi olan ve blogundan para kazanan insanlardı. Yani profesyonellerdi ve ajans deneyiminin de bu konuda mühim desteği var. Tabii ki aslanlar gibi para kazanacaklar. İngilizce bloglarda bir sektörelleşme dahi var. Bizim neyimiz eksik? Fakat atlanan detaylar vardı yine. Bir kere bu yazarların ajans deneyimleri para kazanmalarından etkili bir kaynak. (tek kaynak demedim.) İkincisi Türkiye’de blog yazarak para kazanmak henüz istisnai bir durumdur. Üçüncü ve bu konuda son olaraksa, daha blog kavramını tanıyamamış bir izleyici karşısında bu işin para için yapıldığı algısının oluşmasından da çekinirim. Zira blog yazanlar için asıl olan yazma eylemidir. Üretmek, paylaşmak ve geribildirim almak farklı bir mutlu olma kaynağıdır.

Vakit geçe yaklaştıkça yayındaki sohbet de artmaya başladı. Bu defa Okan konuklarına -nesnel olarak- kitap okuyup okumadıklarını, DVD arşivi yapıp yapmadıklarını, eskiyi ne kadar saklar olduklarını sordu. Arşivciliğin dijitale inip koca rafların cebimize sığdığı dönüşümü tartışmak pekala güzel. Altında tartışılacak çok şey de var. Bazıları realist olarak içeriğe ulaşmanın -neredeyse- yeterli olduğunu düşünürken, bazıları da duygusal olarak illa hissetmek peşinde. Konu, blog olgusunun yine çok uzağında. Üstelik dijital bir mecrada yayın yapıyorlar diye neden kitap okumasınlar?

Bu anların birkaç dakika ötesinde Okan Bayülgen Yeni Aktüel dergisinin “Şişman Aktivistler Klavye Başında” haberinden alıntı yaptı. Bu sohbette bir an konu bloglara dönse de, ağırlık bedenlerde, obezitede ve büyük beden modasında kaldı. Ha keza 2’inci saat tamamlandığında konu Çok Gezenler Kulübü‘ne (bloguna) geldi. Konuklar bu blogda neler yaptıklarını anlatmaya çalışsalar da Okan nereleri gezdiklerini, nasıl gezdiklerini sordu, ne yazdıklarını sormadı. Gezi detaylarını bu kadar örneklemeye gerek yok. Onlar zaten blogun içeriği. Ne yazıyor, nasıl yazılıyor sormak gerekmez mi? Sormak yerine Paris’i anlattı.

Okan Bayülgen özellikle kemeralara çok aşina olmayan konuklarının sözünü kesip konuyu kendi anlatmayı seviyor. Yoğun ifade biçimiyle de çoğu kez konuklarından daha başarılı bir anlatıcı olduğu hatta kimi zaman kültürü ile konuya konuğundan daha hakim olduğu (ya da öyle göründüğü.) da bir hakikat. Ancak gördüm ki bu defa konu Okan’ın yeterince bilgi sahibi olduklarından biri değil gibiydi. Sıkça aptala yatıp,  konuyu açıklatıcı sorular soran Okan bu defa bu yönteme de başvurmamıştı. Neden, niye, niçin? (başka nasıl sorayım?)

2,5’uncu saat. Bloglar konuşuldu! Hemen geçti. Şimdi balayı, maymun falan konuşuluyor. Oysa önemli bir konuya gelinmişti: Blogların referans kaynağı olması. Gazeteci vs Blog Yazarı yazında da sözetmiştim. Blog yazarı reklam, markaya yaranma vb. endileşer taşımadığı için samimiyetleriyle en dürüst referans kaynaklarıdır alışveriş, gezi vb. konularda.

Konuklara ait bir başka detay da gelen eleştirilerde saklıydı. Program sırasında Twitter’dan okunanlara göre izleyici konukların maddi olanaklarından şikayetçi, “ama onlar zengin!” tavrındaydı. Hayır öyle değil, biliyoruz. Kendileri de ne şekilde imkan yaratıp gezilere vs. gittiklerini anlattılar. Gayet mütevazı insanlar. Hem zengin olsalar ne olacak? Kime ne? (blogumda küfretme alışkanlığım olsa buraya “a nokta k” yazardım) Fakat mevcut konumumuz itibariyle bu algının önüne geçilememiş olması beni rahatsız ediyor. Kimsenin “blog yazarları çok rerörö” şeklinde düşünmesini istemem zira üzerime alınırım.

Keşke farklı profillerde blog yazarları da görseydik programda. Sadece kadınların olması da enteresanmış. Gerekçe son derece doğru, erkekler çok sıkıcı olur. Ama yani.. Sanki her programda erkekler “de” konuk olmuyormuş gibi. Ha, Okan “canım öyle istedi” dedi, o zaman eyvallah baba!

3’üncü saate 15 dakika kala bir izleyici telefonda sadece yemek, gezi ve moda bloglarının konuşulmasından şikayet etti. Okan da duruma açıklık getirdi. Programın başında başka bir blog programı yapmayacağını söylemesine rağmen, bu anda blogların çok geniş bir konu olduğunu, daha çok program yapılabileceğini, bunun ısıtmak için bir “krema” olduğunu söyledi. Bu benim içimi rahaltan cümle oldu. Çünkü bu geniş konudan ancak zerre bahsedilmişti. (yazının ilerisinde konuluşabilecek birkaç şeyi sıralayacağım.)

Benim not almayı bıraktığım 3’üncü saatte ise bir telefon vesilesi ile dijital reklamcılıktan sözedildi. Okan konuya daha hakim bir şekilde viral reklamcılıktan, medya satın almadan, konvansiyonel medyaya ayrılan bütçeyle dijitaldeki bütçe arasındaki uçurumdan, yapılan sahteciliklerden bahsetti. Asılda sektöre dair çok güzel özet geçti. Bu sıralarda ettiği laflara katılsam da; konu yine blog değildi!

Tabii manyak değilim. Ya da bu yazıyı yazacak kadar olsam da, “bloglardan başka bir şey konuşmayın” diyecek kadar değilim. (burada “hobi olarak yine konuşun” şakası gelse iyi olurdu.) Çok tatlı bir sohbet programı. Güzel kızlar konuk olmuş, laf lafı açıyor, konuklar profesörlerin ciddiyetinde değil; e her şey konuşulacak biz de dinleyeceğiz. Ama asıl konudan da bu kadar uzaklaşmayın. Onu da konuşun.

Blog kavramına yabancı bir kitleyi de hedef alırken neler konuşulabilirdi özetler halinde sözetmeye çalışacağım. (sadece birkaç örnek.)

Blog nedir sorusuyla muhakkak başlanmalıydı. Hazırlanan belgeselde bile “we blog”dan geldiği (“blogluyoruz” çevirisi ile) söylendi. Oysa “web log”dur doğrusu. Çoğunlukla “internette günlük tutmak” olarak anlatılır ama daha çok bir “kayıt” tutmaktır “blogging”. Farklı tiplerde kayıtlar.

Mesela “Photoblog” olarak anılan fotoğraf blogları, “vlog” olarak anılan video blogları ya da sadece imleme (bookmarking) yapmak için “linkblog“lar vardır. Bunlar medya tiplerine göre ayrılmaları sadece. Sonra Microblog, Tumblelog diye devam eden içerik tipi ayrımı var. Akabinde dikey bloglar var; Bunlar Muhabbet Kralı’na da konu olan yemek blogları, moda blogları, gezi blogları gibi tür blogları. Edebiyat, spor, teknoloji gibileri de eklenebilir. Şu an okuduğunuz gibi kişisel bloglar da var. Var oğlu var…

Bir de blog etiği var mesela. Yazılı olmasa da bilinen kurallar var. Ya da var mı? Varsa nedir bunlar? Kimler ne kadar uyuyor, ne kadar uymak gerekiyor hiç konuşulmadı. Mesela içerik hırsızlığı blog yazazarlarının dertlerindendir. Hem artık blog yazmayı bir hedef olarak görenler hem de ne yazık ki konvensiyonel medya içerik hırzırlığı yapmakta. Bir blog yazarının çektiği fotoğrafın ulusal bir gazetede izinsiz kullanılması aklaksızlıktır. Sahi, blog yazarı ürettiği içerikte ahlaklı olmalı mı?

Blog kavramının hatta yeni medyanın geçmişinden de bahsedilmedi. Türkiye’de Ünlülerin Twitter kullanması ve Facebook’la ayukka çıkan sosyal medya kavramı internetin başından beri var oysa. Geçmiş tarihlerde BBS‘lerde, haber sunucularında (nntp – News Server), o zamanın forumlarında, mesaj panolarında birler kişisel yayıncılık yapıyorduk. Hatta “chat” için düzenlenmiş IRC sunucularını (mIRC hani?) da, ICQ‘yu da kişisel yayıncılık için kullanırdık. Bloglardan konuşmaya yeni başlar olduk ama kimse “bakın beyler, bu işin sağlam kökleri var” demedi. “yeni” medyayı “eski”siyle hep kıyasladık ama.

Herkes blog yazabilir mi hiç konuşulmadı. Tabii yazabilir ama nerede o cesaret verici sözler? Bugün bedavaya ve sadece birkaç tıkla blog açmak mümkün. Tabii para harcayarak fazlasını yapmak da. Yazmaksa zaten… Yazmadan olur mu be?

Markalar hakkında sık yazanlar konuk olmasına rağmen, blog ve marka ilişkisinden hiç bahsedilmedi. Oysa ayrı bir ehemniyete sahip konu.

Blog yazmaya harcanan zamandan yeterince sözedilmedi. Konuklar seyahate çıkıp, blog tutuyorlardı. Gidip, gelip “şunu bunu gördüm, hadi yallah” mı yapıyorlar? Her yerde notlar alıyorlar, fotoğraf ve video çekiyorlar ki bu işin sadece hazırlık süreci. O notları tasnif ederek yazmak, gerekirse bazı detayları yeniden araştırmak hep zaman işi. Sadece yazma eylemi bile bir süreç. Şu yazıyı gece boyu tasarlayıp, her şeyini not etmeme, artık sadece sözcüklere çevirmeye ihtiyaç olduğu halde şu dakika yazmaya başlayalı 3,5 saat olmuş durumda mesela. Blogların hızlı okunduğundan bahsedildi, bir yazıyı tamamlamanın saatler, bazen günler sürdüğü unutuldu.

Bir diğer önemli konu da -hukuk sınırlarıyla- blog yazma özgürlüğü.  Gerçi canım ülkemde yazan, hatta düşünen herkes aynı derdi paylaşmıyor değil. Geçen yıl yazdığı bir yazıdan, bir cümlesi cımbızla seçilen beyn.org yazarı Barış Ünver Başbakana hakaret ettiği gerekçesi ile mahkemelik oldu. Ancak 3 gün önce, 3. duruşmasında beraat edebildi. Konvensiyonel medya uyudu.

Bunlar sadece konuşulabileceklere örneklerdi. Çok daha fazlası var. Biliyorum bir programa sığdırmak mümkün değildi. Biliyorum Okan da konunun ne kadar detaylı olduğunu biliyordu. Yine de bu detaylardan bazıları o 4 saate sığdırılamaz değildi. Belki de Okan defalarca bloglara program yapacağını söylediğinden, dün blogların konu edildiğini öğrenince beklentilerimi abarttım. Bu da benim kusurumdur.

Ha, programa dair bir not da şu: KJ’de konukların blog ve Twitter adreslerini gördüğümü hiç anımsamıyorum.

Ancak her şeye rağmen bir şekilde bloglara değer veren, blog yazarlarına uzunca bir süre için söz hakkı  yaratan tek kişi de Okan Bayülgen’dir. Bu yüzden naçizhane bir blog yazarı olarak kendisine teşekkür etmek de borcumdur. Teşekkürler Okan Bayülgen.

—-

Konu dışı: Bu yazı olur da Okan’a veya yakınlarına ulaşırsa, ne olur Okan’ın iPad’indeki Twitter’ı güncelleyin. Yeni uygulamada isimler önplanda olduğu için @rmncr kullanıcı adlı Arman Acar’ı “remenecere” diye okumak zorunda kalmaz.