Geçen hafta Okan Bayülgen’in Doğa Koleji için çektiği 1 saatlik filmin fragmanını Twitter’da paylaşıp, “1 saatlik reklam filmi” diye eleştirmiştim. Ben böyle düşünürken, bir süredir Okan’la tanışmak (engelliler ve medya ilişkili bazı projeler için) istediğimi bilen Berna‘nın da desteği ile filmin geçtiğimiz Perşembe günkü galasına gitmek için davetiye sahibi oldum. Bu sebeple Berna  ve Krombera‘ya da teşekkür etmek istiyorum. (görsel şurdan)

Tabii davetiye sahibi olunca, filmi umursamayıp “Okan’la tanışma fırsatı” diye sinemanın yolunu tuttum. Bu fırsat bana önyargılarımın ötesinde bir belgesel sinema izleme şansını da vermiş oldu. Bu, “reklam” konusundaki görüşümü elbette değiştirmiyor. Bu yazıda hem Okan’la tanışmamızdan, hem de filmden ve Doğa Koleji’nden bahsedeceğim. Enteresandır, bir yandan da beğenimle, bu reklamın parçası olacağım.

Okan’la Galadan evvel Starbucks’da karşılaştık. Yanına gidip sessizce kahvesini hazırlamasını bekliyordum ama o beklemeden eğilerek beni selamladı, hatrımı sordu. Karşılık verip, hemen “biraz vaktini alabilir miyim?” diye sordum. “Bir film çektik de, şimdi oraya yetişmem lazım” derken, sözünü kesip davetli olduğumu belirttim ve yukarıda (sinema katında) buluşmak üzere sözleştik.

Ben yukarı çıktığımda biraz geç kalmış, “altıncı salonumuzda filmimiz başlamak üzeredir” anonsunu duyuyordum. Hemen salona -tekerlekli sandalye ile gidecek- düz bir yol bulup kapısına kadar geldim. Okan yine önümde, kameralar onun önündeydi. Rahatsız etmemek için beklemeye koyuldum ki; o arkasını dönüp benimle ilgilenmeye başladı. Salon kapısına kadar gerekli rampa olsa da, kapıdan içerisi çirkin basamaklarla doluydu. Okan da biraz telaşlanıp, “ne yapacağız şimdi”, “nasıl alsak seni”, “böyle mi taşısak” derken, optimum çözümü anlattım. Sandalye kapıda kalacak, biri beni kucaklayıp içeri alacak… Kapının ağzını kapayan sandalyeyi çekmekten sözederken ben, biri beni çoktan kucaklayıp içeri aldı. Okan da “bu kalsın burada” dedi. (sonra kardeşim uygun bir yere çekmiş.)

İçeride ben yerime kurulmuş filmi bekliyordum. Okan da perdenin önünde yapacağı konuşma için hazırlıklara iştirak ediyor. Bu sıralarda 3 kez işini bırakıp, yanıma geldi “iyi misin, rahat mısın?” diye sordu. Fakat Okan’da, davetlilerde, çalışanlarda o kadar büyük bir telaş var ki; 2 cümle fazladan kurmaya imkan yok. Ancak üçüncü gelişinde hızlıca “ben sana 2 senedir ulaşmaya çalışıyorum” dedim ve hiç düşünmeden direkt iletişim kurabilmem için gerekli bilgileri verdi. Hemen sonra da konuşması için yerine geçti.

Konuşmasında söyledikleri özetle şöyleydi: “Eğer anne-baba değilseniz, bu filmde çok sıkılacaksınız. Eğer çocuk yapmak istemiyorsanız, burayı hemen terk edin. Çok sıkıcı çünkü film.” Aslında hiç haksız değildi. Film sadece çocuklarını bir okula emanet edecek ebeveynler içindi. Ancak diğer bir yandan, film ne kadar reklam olsa da aynı zamanda Türk sinemasında alışkın olmadığımız “belgesel sineması”nın da bir örneğiydi. Ben de filmi bu düşünceye odaklanarak izledim.

Film röpörtajlarla bölünmüş, Doğa Koleji’nde yaşananların doğal hal (kurgusuz) görüntülerinden oluşuyor. Bunları izlerken de okula hayranlık duymamak mümkün değil. Ormanla bütünleşmiş haldeki okulda matematik dersi sınıf dışında, dallarla, yapraklarla, taşlarla görerek işleniyor. Müfredata bağlı binicik dersinin olduğu tek okulmuş Doğa Koleji. Orada her çocuk ata biniyor, çiftliklerde tavuskuşundan tavşana türlü hayvanla birebir tanışıyor. Yüzme havuzları, basketbol ve futbol sahalarına sahip okulda kıyafet zorunluluğu da, zil saatleri de yok. Filmde rakamlarla okulun başarıları da sıralansa da, ben burada yer vermeyeceğim.

Tüm bunları Okan, daha ilk anda gözüne çarpan sessiz, farklı hissettiren öğrenci Ada’yı odak noktasına alarak işliyor. Filmin bir bölümünde Ada’nın evine de konuk olmaktayız. Yine de, Ada’yı farklı göstererek başlayan filmin, Ada ile son bulmaması bir şeyleri eksik hissettiriyor aslında. Filmi çok önde, sol çaprazda izleyerek yeterince net görmeyi başaramasam da, bazı netlik oyunlarının her açıdan rahatsız olabileceğini hissettim. Umarım yanılıyorumdur.

Teknik olarak çok fazla ahkam kesmek elbette haddim değil fakat zaman zaman sesteki sorun harici (belki sinemadandır) renklerle, açılarla, kurguyla, neredeyse mükemmeldi. Yalnız filmin son 15 dakikasının CEO konuşmasına ayrılmış olması filmin tüm duygusunu köreltti fikrindeyim. Filmde anlatılanları da tekrar eden böyle uzun bir konuşma, atmosfer dışı olmuş.

Bu arada atlamamamız gereken bir diğer nokta, filmin DVD’si 15 Eylül’den itibaren satışta olacak. DVD’den elde edilen tüm gelir, Kızılay aracılığı ile Afrika’ya bağışlanacak. Belki kolejde çocuk okutmak herkesin harcı değil ama özellikle anne-baba iseniz, DVD’yi alıp hem Afrika’ya yardım edin, hem de Doğa’da neler varmış bir görün derim. Keyifli bir 45 dakika geçireceksiniz.

Sonuç olarak ben sadece Okan’a ulaşmak için gittiğim galadan, bir sinema sever olarak da memnun ayrıldım. Okan’a iki kelime etmeye fırsat ararken, onun bana tüm iletişim kanalını açması ise beklentimin üstüne çıkarak bonus hanesine yazıldı. Okan’dan gelecek cevapla, fikrini ettiğim gibi projeler çıkarırsak, çok daha güzel günler benim, bizim olacak. Haydi hayırlısı…