joffrey1984 yılında doğdum ben. 1980’den sonra doğduğum için “Y kuşağı” dediler. Bazıları biraz da siyaseten “80 kuşağı” diyor. Şimdi Gezi Parkı eylemleri neticesinde eylemlere katılan “apolitik gençlik” ve eski nesillerden farkları yeniden tartışılırken bazıları “80 kuşağı”na da itiraz ediyor. “68 Kuşağı” olarak anılanlar 68 doğumlu değilmiş, biz de yaşananlar neticesinde “2013 kuşağı” olmalıymışız. Öncemize X, sonramıza Z kuşağı diyorlar. Kuşaklar ve  isimler üzerine bu kadar kafa yorarken de konunun özünden kopuyorlar. Kim olduğumuzun, ne olduğumuzun farkına varamıyorlar.

Biraz 80 sonrası doğumlular olarak “biz”i, biraz da bizzat beni anlatmaya çalışacağım. Öncesinde belirtmem gereken şeyse bu yazının iki önemli referans kaynağı var. Bunlardan ilki Gezi Parkı Direnişçileri. Gezi Parkı eylemleri her yaştan destekçi bulsa da eylemcilerin büyük bölümü 80 sonrası doğmuştu. 90 Sonrası doğanların sayısı da az değildi. Yani bu eylemlerin sahibi önemli ölçüde Y kuşağının apolitik Türk gençleriydi.

İkinci kaynağımsa Bedia Ceylan Güzelce‘nin TEDxReset’de yaptığı konuşmadır: Acılarınızı Küçümsüyorum. Bedia Ceylan’ı ben çok geç de olsa o konuşmasıyla tanıdım. Bana göre etkinliğin en güzel konuşmasıydı. 80 sonrası doğan apolitikleri anlatıyordu. Yani “biz”i (konuşmada 80 öncesi “siz”, sonrası “biz) diye ayrılmıştı)  anlatıyordu. Beni anlatıyordu. Eylemlerden bir ay önce, eylemlerin başrol oyuncuları gençleri anlatıyordu. Etkileyiciydi. Birkaç kez izledim. Siz de izleyin.

Hem bu konuşma, hem de Gezi Parkı eylemleri kim olduğumu ve siyasi tavrımı, kuşağımı düşünmeye daha fazla odaklanmama sebep oldu. Yazmanın çok zor ama her zamanki hali gibi rahatlatıcı olduğu şu günlerde, karışık aklımdakileri toparlamaya çalışarak anlatacağım. “Biz”i anlatırken içine çokça “ben”i koyacağım için yazının içeriği konuşmayla da, eylemci bireylerle de tamamen örtüşmeyebilirim. Yine de biz biriz.

Bizden öncekiler çeşitli dönemlerde çok zor zamanlar geçirmişler. Bunun doğumuma en yakın örneği de 12 Eylül darbesidir. (bu daha sonrasında hiçbir şey olmadığı anlamına gelmez.) Ben bu darbeyi yaşamadığım gibi, hiçbir zaman da ne olduğunu bilemedim, öğrenemedim. Yani bana kimse güzelce anlatmadı. Ancak kendimi bilir  hale geldikten sonra genel kültür, tarih vb. bilgisi için kendim öğrendim. Bu sadece en belirgin örnek.

Geçmişte yaşananlar neticesinde aileler hem kendi korkularıyla hem de korumacı içgüdüleriyle çocuklarını siyasetten ve polisten uzak tutmaya çalıştı. “Aman evladım dikkat et”lerle çok uzun süre de oyalamayı başardılar. Bu oyalamada muhakkak yeni neslin içini boşaltmak isteyen politikacıların da, eğitim sisteminin de payı vardır. Gençlik uyanmaya başlayıp mesela sadece parasız eğitim hakları için mücade ettiklerinde dahi siyasi cepheleşme yaratıldı.

Beri yandan çocukluğumdan hatırladığım bir başka detay da; sokaktan devriye polis geçse, bir an dursa bütün mahallenin tedirgin bir şekilde cama toplanmasıydı. Polis adres ya da isim sormak için kapıyı çalsa, “polisin benle ne işi var” diye çekindik. Hatta “şahit yazarlar” diye sokak ortasında işlenen suçlardan vicdanlarımızı orada bırakıp uzaklaştık. Ama kaybolduğumuzda, o korktuğumuz polise gitmemiz de öğütlendi. Gezi Parkı olayları neticesinde polisin çizdiği imajdan bu yazıda bahsetmeyeceğim.

Çocukken partileri, siyasi görüşlerini, taraflarını bilmezdim. Meğer ayrılırmış bunlar. Hepsi bir grubu temsil eder ve severmiş. Benim için logolarındaki atlar, arılar, oklar vardı. Bir de  liderleri severek takip ettiğim birer figürdü. Basın da, Plastip Show, İnce  İnce Yasemince gibi eğlence programları da, yarışmalar da gözümüze böyle soktu. Ya da benim çocuk aklım gerçekten anlamaya yetmedi.

Bir Süleyman Demirel vardı. Fötr Şapkayı ondan öğrendim. Kocaman kafalı, şapkasını hiç çıkarmayan ve anlamını öğrenemediğim “binaenaleyh” diyen bir adamdı.

Tansu Çiller vardı. O daha komikti. Demirel nasıl bir çırpıda “binaenaleyh” diyorsa, o 28 tekrarda ancak bir “halisülasyon” diyebiliyordu. Dil sürçmesiyle kırdığı potlar bini aştı.

Mesut Yılmaz ağzından çıkan her sözcük arasında 1 dakika durup “ee” demekten hiç konuşamazdı zaten.

Sonra Turgut Özal;  “tonton” diye anılırdı çokça. Bu yüzden öyle kalır aklımda. Öyle mi, değil mi bilmiyorum. Ölümü, babamın ölümüne yakındır. Adını duyunca ben o günün siyasetinden çok bizim evin güncelini anımsatırım.

Erdal İnönü’nün malum tiz, tonal kaymalar yaşayan bir sesi vardı.

Yakın geçmişteki siyasilerin neredeyse tamamını ya komik, ya da bir sevimlilikleri olduğu için takip ederdim. Büyükler bunları tartışır, kimi zaman kavga ederlerdi, soramazdım da: “Sen çocuksun, anlamazsın.” Anlatsalar anlar mıydım bilmiyorum ama bu  korumacı gizlilik ilkeleri bir şeyler anlamama engel olmadı. Yukarıda da dediğim gibi, her parti belli bir grup insanı sahiplenirmiş. Hepsi tüm halkın iktidarı olmak için mücadele ettiler ya da oldular. Bugün de AK Parti hükümeti tüm halk için iktidar olmasına karşın, kendisine oy verenleri “benim yüzde ellim” diye ayrı bir yere koyuyor.

Sağ varmış, sol varmış. Sağcılar solcuları sevmez, solcular da sağcıları. Onlar birbirini kötülerken ben “sağ elimde sarımsak, sol elimde soğan” diye diye sağımı solumu ezberlemeye çalışıyordum. Sağım mı daha iyiydi yoksa solum mu bilmiyordum. Büyürken öğrendim, “ben”mişim daha iyi olan. İnsamışım. Bireymişim. Bu yüzden ne sağa gittim, ne sola. Kendi doğrularımı buldum. Bu nesil böyle apolitikleştirildi işte.

Tek ayrım sağ-sol değildi elbette. Türk ve Kürt ayrımı da vardı. Ben kim Kürt, kim değil anlamıyordum. Kadınlar ve erkekler bile ayrılıyor, eşcinseller zaten bunun dışına itiliyor. Müslümanlar var, gâvurlar var. İnsanın saçı sakalı bile ayırma sebebi. Biz bunları yaşarken insanı gördük. Sormayı, sorgulamayı da öğrendik. Biz apolitik olduk ama belki de bu apolitiklik yeni bir politikanın da anahtarıdır.

Giydiğimiz tişörtün rengi bile kimliğimiz için yalan ipuçları taşımaya başladı. Çok renkli giyen eşcinsel, siyah giyenlerse satanistti. Erkek ya da kadın olmak kolay değildi. Biyolojik yapınızın ya da çok daha kaba haliyle sahip olduğunuz cinsiyet ayırıcı organin ne olduğu çok da yeterli değildi. Cinsinize uygun kalıba girmeniz gerekirdi. Saçını uzatan erkek “karı gibi”, kadın ise “erkek gibi”ydi. Ne hikmettir ki aynı zihniyet kadına “saçı uzun aklı” kısa diyordu.

Otoritelerin (kim onlar?) çizdiği kalıplar her türlü siyasi görüşte,  dinde, dilde, ırkta vardı ama bunlar tehlikeli mevzulardı. Toplum içinde bana göre en belirgin başkaldırı saç uzatan, küpe takan erkeklerden ve kısa saç kullanan, aksesuar olarak kravat takan kadınlardan geldi. Bunlar farklı ve kalıba sığmaz bir gençliğin geldiğine açıkça işaretti.

İşin sadece siyasi yönüne bakmayalım. Bizim nesil için 80’lerde çocuk olmanın önemi başkadır. Biz dünyanın değiştiği bir dönemde doğup o döneme şahitlik ettik. Mesela müzik değişti. 60’ların, 70’lerin siyasi tarih için de, insanlık için de efsane olmuş, müzikte devrim yapmış isimleri (bkz: Beatles) bugün hala hatırlanırken, 80’lerde sadece insanların sallanmasına sebep olan disko kültürü ve 90’larda insanın içini boşaltan ağır pop müzik kültürü yoğunlaştı. (yine de 80’lerin müziği ayrı bir güzelliktir.) Belki de müzik bizim içimizi boşaltırken, biz inadına veya içgüdüsel olarak o boşluğu doldurmanın yollarını aradık ve sanat gelişti. Bugün ülkemizde edebiyat çok tehlikeli bir silah olarak görünüyor olmalı ki; polise kitap okuyan gençlere polis biber gazıyla karşılık verebiliyor.

En önemlisi teknoloji bizim dönemimizde kendi içinde birkaç çağ birden atladı. En eski haberleşme araçlarımız arasında yer alan telefon, radyo ve televizyonun gelişim ve yayılım süreçlerine bir bakın. Hepsinin tarihi ortalama 1900’lerin başıyken, Türkiye’de ilk özel kanalın açılması taa 90’lara denk geliyor. O dönem bile herkesin evinde televizyon yokken sadece bize verilmek istenilen bilgileri ve birkaç mahalle dedikodusunu alıp, eşe dosta ulaşmak için telefon başında kriz geçiriyorduk.

Bugün hükümet aynı yöntemlerle insanlara “istediği gibi” bilgi verme konusunda aynı gayreti göstermekte. Elbette ki önceli kuşaklar üzerinde de oldukça başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Ancak özellikle 35 yaş altında etkisi son derece azalmakta ve yaş ufaldıkça başarısızlık artmaktadır.

Biz  doğduktan sonra hayatımıza önce oyun konsolları, sonra bilgisayarların ilk örnekleri girdi. Bilgisayarlar elde taşınabilir hale geldi. Bu sırada cep telefonları çıktı. Giderek ufaldılar, tuşları yok oldu. 20 Yılda çok büyük değişimler yaşandı. Hayatımıza internet girdi. 15 Yıl önce az  sayıda sahip olan kişi saati karşılığı ücretle bilgiye erişmeye çalışırken (o dönemi böyle anlattım), bugün Türkiye’nin %50’si internet abonesi. Çok daha fazlası erişim sahibi. 80’lerde doğanlar, 90’lardaki bu değişime şahit oldu.

1995 sonrası doğanlar (Z kuşağı) ise bu değişimin içine düştü. Biz en azından”bizim çocukluğumuzda cep telefonu yoktu” diyebilirken, onlar 1 yaşında dokunmatik ekranlarla boyama yapar, 3-4 yaşında aynı ekranlarda okumayı söker oldular.

İnternetin bugünkü konumuna baktığımızda erişimi tamamen kesmedikçe bilgi akışının önüne geçmek mümkün değil. Artık mekandan bağımsız olarak bulunduğumuz her yerde, her türlü bilgiye erişebiliyoruz. Herhangi bir bilgiyi dakikalar içinde tüm dünyaya ulaştırabiliyoruz. Öyle ki; bir blog yazım ulusal bir gazetenin tirajından daha çok hit alıyor ve  okunma oranını tamamen ölçümleyebiliyorum. İnternet, erişimi olan her bireye bugün birden çok kanalda kişisel yayın yapma imkanı sunuyor. Biz de yayın yapıyoruz.

İnternetle ilgili 2 yazım:
Bırakın İnternet Düşmanlığını
İnternet Sosyalleştirir

Bu nedenle bir caminin revir olarak kullanılmasını anında 3 farklı video ve onlarca fotoğrafta gördükten sonra Başbakan’ın “cami’de içki içtiler” haykırışına inanmıyoruz. Sahip olduğumuz iletişim araçları olmasaydı belki polisin hedefli saldırılarını, keyfi olarak evlerin içine sıkılan gazları, Ethem Sarısülük’ün vurulma anını, çadırları yakanların aslında polis olduğunu, bir vatandaşı ezmeye kalkan TOMA’yı, tekerlekli sandalyede bir vatandaşı hedef alan TOMA’yı, Kırmızılı Kadın’ı, Siyahlı Kadın’ı ve bunun gibi göremeyecektik.

Biz onlarca internet kanalında Gezi Parkı’da, Taksim Meydanı’da, Beşiktaş’ta, Kızılay’da ve dahi diğer eylem lokasyonlarında birden çok noktadan yapılan canlı yayınları izlerken aksi yönde söylenen sözlere de inanmak mümkün olmuyor.

Bugün sadece bir cep telefonuyla tek tuşa basarak internetten, ulusal bir televizyon kanalından daha fazla izlenecek canlı yayınlar yapmak mümkün. Sadece Gezi Parkı olayları için değil; biz mesela doğum günlerimizi bile uzak arkadaşlarımızla böyle kutlayabiliyoruz. Biz internette anında yayın yapıp anında bilgiye ulaşırken, olup biteni canlı canlı izlerken çok sonradan gelen kuru açıklamalara nasıl itibar edebiliriz?

Elbette internet de dezenformasyona açık bir mecra. Dezenformasyonun da hiçbir türlüsünü doğru bulmuyorum. Ancak “medya okur yazarlığı” eğitimi ile önüne geçilebilir. Bu başka bir yazının konusu olsun. Sadece şunu kabul edelim, bugün dezenformasyon yaymayan hiçbir yayıncı yok. Tüm televizyon kanalları, radyolar, gazeteler… Tamamen yanlı ve çokça dezenformasyon içeriyor. (yanlı derken, o yanı tutan da var, bu yanı tutan da)

Ancak şahsen ben Twitter’da sadece teyit ettiğim, güvendiğim kimselerden aktarılan veya bizzat benim oluşturduğum haberleri paylaştım sadece. Birçok insan da kendi filtrelerini en yüksek düzeyde çalıştırarak dezenformasyona engel olmaya çalıştı. Zaten aksi bir durum en büyük zararı bize verirdi. Buna engel olmaya çalıştık. Sosyal medyada yayılan yanlış bilgiler çoğunlukla araçlara yeterince hakim olmayan kullanıcıların heyecanındandı.

Bizim kuşağa dair söylenecek çok söz var elbette ama yazının çerçevesini apolitik olmak ve Gezi Parkı eylemleriyle sınırlı tutmaya çalıştığım için konuyu  daha fazla dallandırmayacağım.

Gelelim eylem biçimine. Geçmiş malesef kanlı geçenleri de içeren çok sert siyasi çatılmalarla dolu. Sokağa dökülen, savaşan, birarada olamayan insanlar var. Genel olarak eylem anlayışı tekdüze sloganlar atıp yürümekten, oturmaktan ya da aç kalmaktan ibaretti. Bugün hala belli bir yaşın üzerindekiler oturma eylemleri ve açlık grevleri düzenliyor. Ne acı.

Gezi Parkı eylemleri ise kitaplarla başladı. Polise kitap okuyarak güç kullanmak aslında bu gençlerin bir anlamda dünyanın en tehlikeli insanları olduğunun göstergesidir. Dün kendisine öldüresiye gaz sıkan polise börek ikram eden eylemci tarihin neresinde görülmüş daha evvel? Üzerine gelen TOMA’ya karşı eline gitarını alıp şarkı söyleyecek kaç yürek vardır dünya üzerinde? Bu gençlerin hepsi bizim memleketimizde. Hepsi eylemci. Bu yazdıklarım da eylem ve saldırı biçimleri. Bu gençler Y ve Z kuşağı işte.

Polisin saldırmadığı her an eylemciler pasif bir direniş sergilediler. Aslında bu yüzden rahatsız ediciler. Farklı görüşlerden binlerce insanın bir parkta toplanıp umutla beklemeleri insanı tedirgin ediyor. Çünkü polisin silahları belli. Ne zaman saldırı geleceğini kestirmek az çok mümkün. Ama bu gençlerin ne zaman hangi kitabı okuyacakları, hangi şarkıyı söyleyecekleri hiç belli değil.

“Eylem” yapılan alanda revirler var. Doktorlar gönüllü ve eylemci. Çok yoğun çalışıyorlar. Neredeyse bir devlet hastanesinin acil servisi gibi. Tedavi ettikleri hastalar çoğunlukla biber gazı kapsülüyle yaralanmış veya aynı gazın etkisiyle nefessiz kalmış. Gezi Parkı’nın mutfağı var, insanlar yemek pişirip hep birlikte yiyor. Bir serbest kürsü kuruldu, herkesin söz hakkı var. Herkesin söz hakkı var… Gezi’de bir kütüphane bile var. Gönüllü bırakılmış kitaplar raftan bila ücret alınıyor, okunuyor ve geri bırakılıyor.

Eylemcilerin içinde nefret yok. Başbakan onlara “çapulcu” diyor, onlar sözcüğün içini boşaltıp kendinleri “çapulcu” olarak anıyor. (bu da bir yazı konusu olmalı aslında.)

Eylemin en çarpıcı detaylarından biri de duvarlara yıkanınca çıkacak boyalarla yazılmış anarşist sloganlardı. (Bu yazı değil, kitap konusu. Biri çıkarmalı…) Ben birkaçını buraya yazacağım. Siz Google’layarak veya -bu yazıyı çok ileri bir tarihte okumuyorsanız) Taksim’e çıkarak inanılmaz örnekleri gözlerinizle görebilirsiniz.

“Sizde TOMA varsa bizde Drogba var”, “Haberim yokmuş gibi sık kanka”, “Oh biber”, “Yeter artık ya polis çağırcam”, “Sizin biberiniz varsa bizim UEFA kupamız var”, “Vedat Milör önerdi, geldik”, “Piston aşağı indi Tayyip”, “slogan bulamadım”

Gibi örneklerin sayısı da yüzlerce. Ve hiç şüphem yok ki bizim kahkahalar attığımız bu yazıları onlar anlamıyor. Keşke anlasalar. Ancak bu yazılar da gösteriyor ki eylemcilerin profili bildikleri gibi değil. Malesef anlamaya da yanaşmıyorlar.

Sanırım eylemlerin 11. günündeyiz. Ne Başbakan, ne vali hala Gezi’deki eylemcilerin birkaçı ile görüşmedi. Yanlı yayın yapan televizyonların hepsinde sessiz görüntülerin, bazen görüntüsüzlüklerin üstüne bu nesle çok uzak yaşta insanlar olanları tartıştı, yorum yaptı. Kimse doğru bir tespitte bulunamadı. Kimse parkın içine girip eylemcilere mikrofon uzatmadı. Belki de utanmaktan, kimsenin terörist olmadığını göstermekten korktular.

Ben bu yazıları yazıp tartışmalara katıldıkça karşıt görüşlü gruplar “ama siz de şu tarihte bunu yaptınız”, “siz şöyleydiniz”, “şimdi mi aklınıza geldi” cümleleriyle saldırdılar. Her ne  yapılmışsa “biz” yapmadık ve biz onlardan değiliz.

Şimdi yazıyı bitirirken son sözlerimi tüm siyasilere yazacağım.

Ak Parti bundan 10 yıl önce iktidar oldu. Çocukluk dönemindeki bilinç eksikliğini de hesaba katarsak 95 sonrası doğanlar başka bir  iktidar görmediler. AK Parti’yi ya sevdiler ya sevmediler. Sevenler yoluna devam ederken, sevmeyenler bir alternatif bulamadığı için ne yapacağını bilmiyor (yine gençler içinde). Muhalefet partileri hükümete kuru eleştiriler yağdırmaktan öte bir şey yapmıyor. Ancak bu, gelecek için AK Parti’yi güçlü kılmaya devam etmeyecektir.

AK Parti’nin en yakın hedefi 2023 yılı. Muhalefet partilerininse ideali o tarihten önce iktidarı ele geçirmek. Bu elbette sadece sandıkta olacak bir şey. Tamamen adil bir oylama olacağını var sayarak 2023 yılında kimlerin oy kullanacağına bakalım. 2005 doğumlular! 2013 yılında iktidara geçecek ismi Y ve Z kuşağı seçecek. Başkası değil. Bu  yüzden bu “apolitik” gençlerin tanınması, onların politikalarının anlaşılması, ne istediklerine önem verilmesi son derece mühimdir.

Komplo teorileri bir yana, siyasetin tüm dünyada ne kadar kirli bir oyun olduğunu anlamak çok zor değil. Aynı kirlilikte iktidarlar bizim ülkemizde de çeşitli çıkarlar için kendi bildiklerini yapmak ve bunu dayatmak isteyebilir. Ve dahi bugün bu konuda büyük bir destek de görebilir. Ancak bugün gençlerin nefretini kazanması yarın gücünü korumasına engel olabilir.

Aynı şekilde muhalefet de gücünü arttırmak veya iktidarı ele geçirmek için bugün bizi dinlemelidir. Bizim için boş eleştirilerin ötesinde bir  şey yapmalıdır. Her iki taraf da bu konuda bir adım atmazsa, ben gerçek anlamda “apolitik” olmayı tercih edebilirim. Ya seçimlerde oy kullanmam (zaten oy kullanma hakkım engelli [1], [2]) ya da sadece bağımsız bir adaya basıp geçerim.

Ey iktidar,
ey muhalefet…

Eline iyi bir fırsat geçti. Bunu bizi kazanmak için kullanın…