Şu blogu açalı 7 seneyi geçmiş. İlk blog denemelerimin üstünden ne kadar zaman geçti farkında bile değilim. Bu kadar zamandır blog yazmama rağmen, blog yazmakla ilgili neredeyse hiç yazı yazmadığımı farkettim. Bu yüzden bu konuda bir (belki birkaç) yazı hazırlayıp, nasıl blog yazdığımı, blog yazarken nelere dikkat ettiğimi anlatayım dedim.
Burada yazacaklarım elbette hep “ben” olacak. Blog herkesin istediğimi yapabileceği kişisel bir mecradır. Temel bir etiği vardır elbette. Özgün içerik üretmek işin altın anahtarıdır ama genel olarak bir kuralı yoktur. Yine de bu yazı belki yeni blog yazarlarına bir ipucu defteri olabilir. Bu bilgilerin bazıları genel yazım alışkanlıklarımken, bazıları da sadece bu bloga özel olabilir.
Eğer ortada bir yazan varsa, en az bir de okuyan olacaktır. Zaten bunun için yazıyorum; okunmak için. Burada yazarla okur arasında bir ilişki var. Eğer okur bir defa, bir şekilde bloguma girmişse veya yazılarıma değer veren düzenli bir okurumsa, bunun karşılığını bulmak zorundadır. Aslında bu yazıya içerik olan, blog yazarken dikkat ettiğim meseleler de bunun içindir.
Ben pekçok blogun aksine belirli bir konu ya da bir konu grubunda yazmıyorum. Aklıma gelen, canımın istediği her konuda yazabiliyorum. Aslında istikrarlı bir blog için doğru seçenek değildir ama bu bir tercih. Her şeyi kendi çerçevemden, kendi fikirlerim, kendi deneyimlerim üzerinden aktarıyorum. Çokça yazımda başıma gelen bir hadiseyi, tamamen kişisel, “iyi de bana ne” diyebileceğiniz bir meseleyi anlattım.
Ancak tamamen kişisel bir hadiseyi dahi yazsam, bunu hikayeleştirmeye, anlam katmaya, süslemeye, okumaya değer bir hale getirmeye çalışıyorum. Amacım kim blogumda girip bir yazıyı okumaya başlarsa, sıkılmadan ve anlamlı bir şeyler bularak okumaya devam etmesi.
Bu benim için çok önemli. Elbette hatasız değilim. Özellikle tipografik hatalarım çok fazla olabiliyor. Klavyeden bir tuşa çift ya da eksik basabiliyorum. Fakat temel imla kurallarını asla es geçmem. Bu yazılarımın anlaşılabilir olması, anlatmak istediğimi en doğru şekilde anlatmak ve okurda oluşturmak istediğim hisse mümkün olduğunca yaklaşmak için gereklidir. Yazmak bir yana, girdiğim bir blogda imla katliamı yapılmışsa okumadan çıkıyorum. 2009 yılında yazdığım Doğru Türkçe Kullanalım yazısında temel birkaç kuraldan bahsettim. Şimdi baktım da, eksiği gediği çokmuş.
Artık yabancı dil, özellikle İngilizce gerektirmeyen bir iş alanı yok gibi. Çok fazla yabancı kelimenin, teknik terimin Türkçesi yok, çevirisi komik ya da Türkçesi daha yabancı dil gibi. Her ne kadar Türkçe’yi düzgün kullanmaya önem versem de, bu noktada yabancı kelimeleri dilime katmaya hiç çekinmiyorum. Belki toplantı set etmiyorum ama tasarımcı arkadaşımdan bir butonu hover özelliği için sprite etmesini isteyebiliyorum. (Az daha kaynak linklerini de İngilizce veriyordum.)
Blogda yazarken ise mümkün olduğunca Türkçe karşılıkları komik ve anlamsız bulsam da kullanmaya çalışıyorum. Bazen İngilizce yazıp parantez içinde yaygın Türkçe karşığını yazıyorum, bazense bunun tam aksini yapıyorum.
Türkiye’de internet nüfusu henüz çok genç. Aktif kullanıcıların büyük bölümü -biraz gözlem ve tahminle- 13-25 yaş aralığında ve bir kısmı henüz yabancı dilde hiçbir şey bilmiyor. Twitter gibi mecralarda insanlar beni kim olduğumu, neler yazdığımı bilerek, bilinçli bir tercihle beni takip ediyor.Ancak bloguma Google’da “change.org işe yarıyor mu?“, “LG G4 İncelemesi” gibi aramalarla tesadüfen gelen ve kendine fayda sağlamaya çalışan insanlar var. Onlar için anlamayabilecekleri bir dilde içerik üretmek istemiyorum.
Aslında küfretmeyen, argo kullanmayan biri de değilim. Twitter, Facebook (takip edebilirsiniz), Ekşi Sözlük gibi hesaplarıma bakıp zaman zaman nasıl kabalaştığımı görebilirsiniz. Ancak bu blogu biraz incelerseniz, bir iki istisna hariç en agresif yazılarımda bile pek kaba bir söz göremezsiniz. Bunu neden yapıyorum pek emin değilim. Belki de bir şeyler anlatma çabasındayken bir zerzevatın “ama küfrettii” diye parmakla göstermesinden ya da yersiz kikirdemesinden çekiniyorum. O noktada yazdıklarım tüm anlamını yitirebilir.
Bazı blog yazarları yazılarını önceden hazırlayıp bekletirler. Hatta kimisinin birikmiş yazı arşivleri vardır. Sırası gelince yayınlarlar. Müthiş bir disiplin işi. Benimse taslak olarak yayınlanmayı bekleyen hiç yazım yoktur. Yazmadan önce düşünürüm ama. Geceleri uykusuzken özellikle yazacağım konuyu, bazı cümleleri, kullanacağım biçimi, anlatım dilini düşünüp kafamda tamamlarım yazıyı. Bazen sabaha hazır olur, bazen olgunlaşması için birkaç gün geçer, bazen de yazıya dönmeden yok olup gider. Ancak yazmaya oturduğum zaman oldukça hazırımdır.
Yazılarımın büyük bölümü bir solukta ya da aynı gün içinde çıkar fakat ürün incelemeleri, bu yazı gibi çok maddeli yazılarım için taslak oluşturup, yazıyı tamamlamak için birkaç gün harcayabiliyorum.
İnternet dediğin şey, koskocaman bir içerik çöplüğünün içinde bir miktar değerli madenden oluşuyor. Ben de bu çöplüğe çeşitli sosyal medya sitelerinde bolca katkı sağlıyorum. En azından blogumda o değerli madenlerden yaratamasam da, çöplük diyebileceğimiz şeyler yaratmama amacındayım. Bu nedenle bu blogda yazmak için birkaç şartım var.
Yazmaya ve okumaya değecek kadar dolu bir içeriğim yoksa, anlatmak istediğimi bir iki cümleyle anlatabiliyorsam veya kalıcılığını çok önemsemediğim bir şeylerim varsa, bunu Twitter’da, Facebook’ta, Ekşi Sözlük’te yazmayı tercih ediyorum. Blog için en azından doyurucu birkaç paragrafım olmalı.
Bütün içeriklerimi kendim üretiyorum. 1-2 İstisnası olsa da basın bülteni, haber, doğrudan reklam gibi içerikleri yayınlamıyorum. Bir basın bültenini, haberi bloga aktarmak istersem de önce okuduktan ve biraz araştırdıktan sonra kendi dilimde olanı anlatan bir yazı hazırlıyorum.
Fikirlerimin netleşmediği ve yeterince bilgili olmadığımı düşündüğüm hiçbir konuda yazı yazmıyorum. Aksi durumlarda ise ne yazdığıma emin olduğum şeyleri bile mutlaka teyit etmek için ufak bir araştırma süzgecinden geçirmeye özen gösteriyorum. Böylece tamamen hatadan arınmış bir blog oluşturamasam da, hatalı bilgi payını mümkün olan en düşük seviyeye çekiyorum.
Düzenli yazı yazmıyorum, yazmaya özel zamam ayırmıyorum. Mesela bu yazıyı eksik bir şey kalır endişesiyle 3. gününde tamamlıyorum. Bir şekilde odaklanamadım. Yazarken hep yarım bıraktım. Biraz sabah, biraz akşam yazdım.
Fakat genel olarak iş yoğunluğumun fazla olduğu günlerde, canım memleketimin derdinin çok olduğu ve kafayı ona yorduğum günlerde, başka uğraşlarımın öncelik aldığı günlerde bloga vakit ayırabilecek dahi olsam (mesela gece 2’den sonra her şey bitmiş olur) bloga pek zaman ayırmıyorum. Acil bir şey yoksa yazmıyorum. Çünkü yazarken (yazıyı kafamda oluşturmayı başladığım andan yayımladıktan bir müddet sonrasına kadar) kafamı başka bir şey meşgul etsin istemiyorum.
Bundan bahsetmeye gerek var mı emin değilim. Hepimiz hukuk kurallarına uymak, uymazsak da cezasına katlanmak zorundayız. Aslında tecavüzcü, kadın katili falan olsam sorun değil. İyi halden yırtarım, “Rıza da bizleydi” der geçerim de; yazmak öyle değil. Cezası büyük. O yüzden dikkatliyim.
Etikten kastımsa, daha çok blog yazma ve içerik üretme etiği. Başka bir kaynaktan alıntı yapıyorsam, bilgi aldığım başka birileri varsa, kim ya da hangi yayınlar olduğunu belirtip, doğrudan onlara link veririm. Aynı şeyi stok olmayan veya kendi hazırlamadığım görseller için de yapıyorum.
Eğer bu konu ilginizi çektiyse, bloglar ve blog yazarlığı ile ilgili geçmiş yazılarımdan bazılarına gözatabilirsiniz.
- Bir Blogda Olması Gerekenler
- Blog Yazmayı Bırakmak?
- Gazeteci vs Blog Yazarı
- Blog Yazarının Kitap Yazarından Ne Farkı Var?
- Muhabbet Kral Olunca Bloglar Kaynadı
Harika! Daha önce rastlamadığım bir “Blogger Manifestosu” olmuş. Benimsediğim ilkeler ve uyguladığım usullere de vurgu var. Kutlarım.
Çok teşekkürler Hasan.
Budur Simto! Teşekkür ederim :)
Teşekküür (: