Başlığı yazarken sonuna “olur mu”, “olmaz mı” gibi ekler yapmayı düşündüm. Sonra da soru eklerinden kurtulup kesin hüküm vermeyi “olmaz” diye. Durup yine vazgeçtim. Sadece “Muhafazakar Sanat” diye bıraktım. Çünkü olurunu olmazını tartışmak bizi kavramsal bir hataya sürüklüyor.

Malum; geçtiğimiz haftanın gündemlerinden biri Şehir Tiyatrolarının yeni yönetmeliğiydi. Yönetmelik tek başına tartışılsa iyi. Üzerine bir de “muhafazakar sanat” tartışması çıktı yayınlanan bir manifesto ile. Tiyatroyu bürokratların eline bırakan yönetmelik saçmalığı, sanatı muhafazakarlaştırma düşüncesi tüm şiddetiyle baskısına devam ederken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, gafletle İBB Şehir Tiyatrosu’nu özelleştirme fikrini ortaya atarak tuz biber ekti. Yine yetmedi, “sanat toplum için yapılır. Bunlar sanat için yapıyor” cümlelerini laflarına ekledi. (fotoğraf: Galip Kürkçü)

Şimdi biraz sanat ve tiyatro üzerine ahkam keseceğim tüm cahilliğimle. Merak etmeyin, cehaletim “dünyanın hiçbir yerinde devlet tiyatrosu yok” diyecek boyutta değil. Bu kadar geç yazmamın sebebi ise hem tarafları yeterince dinleyip konuyu sindirmek, hem de konu sıcaklığını yitirirken bir kıvılcım ekip, yeniden ateşlenmesine, daha doğrusu unutulmamasına vesile olmaktı. Yazmak için uygun zamanın geldiğini düşünüyorum. Bu yazıda okuyacaklarınızın tamamı benim düşüncelerimi içermektedir. Fazla itibar etmeyiniz.

Sanat aslında tamamen soyut bir kavram. “Nedir?” Sorusunu fizikle ifade etmek mümkün değil. Sanat düşünmek, yaşamak ve bunları başka insanlara anlatmaktır. Müzik, fotoğraf, tiyatro, sinema gibileri ise sanatı insana ulaştırmak için birer araçtır. Bir şeyler yaşarsın. Belki acı çekersin, belki mutlu olursun. Paylaşmak istersin, başkalarına anlatmak… Notalar sözcükler gibi dizilir ve anlatırsın ne derdin varsa. Sonra dinleyen anlar ya da anlayamaz.

Fotoğraf kurgularsın, film çekersin ya da heykel yaparsın. “Ya kimse anlamazsa” diye adını koyarsın: İnsanlık. Yine anlaşılmaz, başını keserler o insanlığın. O heykel yıkılsa da düşünce durmaya devam eder. Sanatı özelleştirmek için, insanların düşüncelerini özelleştirmek lazım. Kim ticari kaygılarla benim düşüncelerimi satın alıp değiştirebilir? Bunu kim ister ki? Tiyatroyu özelleştirmek de böyle bir şey.

Adam bundan tam 100 yıl önce serginin ortasına bir klozet koymuş, “bu sanattır” demiş. Kim itiraz edebilir ki? Tunç Topçuoğlu da “Yolculuk Nereye?” Konulu  TEDxReset konuşmasında sanatın ne olduğunu, nasıl çerçeveleneceğini ya da çerçevelenemeyeceğini “sanat ne işe yarar” diyerek anlatıyor. Mutlaka 20 dakikanızı da bu sunuma da ayırmalısınız. Dedim ya; sanat düşüncedir. Sanat insandır. Sanat, düşünceyi “olduğu gibi” aktatmak içindir. O halde düşünce çerçevelenemediği sürece, sanat da çerçevelenemez. Ve düşünceyi aktardığım her yola sanat diyebilirim. İstersem tiyatro yapar, resim çizerim. İstersem sokakta döner ekmek yerim ve “sanat” derim. Basit.

Sanat çerçevelenemez diyorum ama; TDK’dan muhafazakar sözcüğünün anlamına baktığımda

Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen (kimse)

Bilgisiyle karşılaşıyorum. Muhafazakar, “muhafaza edici” demek. Korumak demek. Oysa bir şeyleri muhafaza edebilmek için bir kabın içine sokmamız lazım. Başka yolu yok. Sanat, yani düşünce nasıl bir kutuya hapsedilebilir ki? Sanatı nasıl muhafaza edeceksin ya da sanat neyi, nasıl muhafaza edecek? Mevcut toplumsal düzeni mi? Peki ama hangi toplum? Sanat evrensel değil miydi? Evrensel bir toplum mu var? Sanat herkes içindir ve herkese anlatılacak bir derdi vardır. Sanat o toplumsal düşünceleri de şüphesiz barındıracak kadar geniş ve özgürdür. Ancak yalnızca onlardan oluşmaz.

Sanat bu yüzden ne toplum için olabilir ne de muhafazakar olabilir. Sanatı kendi topraklarımız içerisine sıkıştırmak ancak çemberin dışındakileri ötekileştirmeye yarar. Bu da bir tür delilik oluşturur. Normlara uymayan herkes delidir. Başkalarını deli ilan ederek kendimizi izole etmekse bizim deliliğimizi var eder. Oysa sanatçılar zaten delidirler. Üstelik toplum delisi değil, evrensel delilerdir. Aksi mümkün mü?

Eğer biz yalnızca kendi toplumuza sanat yapıyor olsaydık; dünyanın en baba gitaristlerinden Joe Satriani tüm hayranlığı ile Aşık Veysel’e beste yapacak mıydı? Bugün ülkenin belki yarısının eleştirdiği Fazıl Say, Veysel gibi evrensel işler yapmasaydı tüm avrupada bu kadar değer görecek miydi? Fazıl notaları duygularına göre renkli kalemlerle işaretliyor. Bu duygular tüm insanlık için ortak olmasaydı bir anlamı olacak mıydı bunun? Sheakspeare’in anlattıkları toplumsal mıydı ve öyle olsaydı kabul edebilecek miydik sanatını? Ben ihtimal dahi vermiyorum.

Peki o zaman nasıl olacak bu muhafazakarlaştırma? Olmayacak! Okan Bayülgen, Şehir Tiyatro’ları için Fırat Tanış ve Engin Alkan’ı konuk ettiği Kral Çıplak’da “Muhafazakar Sanat”a başka bir tanım getirip “olur” dedi. Özetle “Eski eserleri bir yorum katmadan olduğu gibi sahneye koymak muhafazakardır” dedi. Oysa bu sadece sanatçıyı, seçiciyi muhafazakar yapar. Fazlasını değil.

Şimdi kalkmışlar, kabına sığmaz bir kavramın yine kabına sığmaz aracı tiyatroyu, en azından devlet eliyle yürütülen kısmını özelleştirmeye çalışıyorlar. Ancak binaları, salonları, salonlardaki kantinleri özelleştirirsiniz. Onlar da para etmez zaten. Bu hareket ancak şehir tiyatrolarını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şehir tiyatrolarını yok etmek, devletin de sanat üzerindeki yükümlülüklerini yok edip dünyaya emsal olmak demektir. Kötü emsal!

Tiyatrocular tiyatrodan bahsederken “insanı insana insanla anlatma sanatıdır” diyor. Sanat da zaten insana insanı anlatmak üzerine kurulu bir yapıdır. Tiyatronun farkı insan içinde yapılıyor olmasıdır. Her ne kadar sahnede de icra edilse, sahnenin üzeri ve karşısı yoktur. Tiyatroyu insan, insan içinde yapar. Bu yüzden tiyatro her yerdedir. Tiyatro bir okulun bahçesinde de, bir caddenin ortasında da, gereğinde bir evin salonunda da yapılır. Tiyatro sahnelenmese de etrafımızda varolur.

Zaten yaşanan tüm bu süreçte sahne üzerine çıkmayan bir tiyatro değil mi?