Şuradaki yazımda şartlar itibariyle “yalnız başıma” ilk kez sokağa çıkışımı anlatmıştım. Bugün yeniden kardeşimi Taksim’e götürdüm ve tek başıma koskoca iki saat geçirdim. Tek başına bir kafede oturmanın, tek başına arka sokaklarda kendince kaybolmanın güzelliklerini anlatan edebi bir yazı yazabilirim aslında. Çok sıkıcı olacağına, edebiyatın en sıradan şeyleri bile polisiye roman tadında sürükleyiciliğe kavuştuan gücü bile bu sıkıcılıktan kurtaramayacaktır. Bu yüzden ben de bu gereksiz giriş paragrafının altında, başka anıları, başka tatlarıyla bugünümü, Taksim’deki  beni anlatacağım.

Tüm heyecanına rağmen hemen hemen sıradan bir günde rutinleri tekrarlayarak Taksim’e ulaşıp kardeşimi kursuna bıraktım. Rutinliği bozansa kuzenimi aylar sonra görmem ve yolun minik bir kısmında bize eşlik etmesiydi. (Aslında yollarımız ortaktı) Evet, sözünü etmişken buradan kuzenime el sallamak, selam yollamak istiyorum! Her neyse..

Kardeşimi bıraktıktan sonra İstiklal’den aşağı yol aldım. Bir iki küçük voltadan sonra arkadaşım Fatih’in de tavsiyesiyle İmam Adnan’da bir çay içmeye niyetlendim. Ancak oradaki tipleri görünce ürküp uzaklaştım. Tekrar aşağı inip, Nevizade’nin arkalarından, hiç bilmediğim sokaklarda yukarı doğru çıktım. İşte yolculuğun tam bu kısmında uzun süre bana yol arkadaşlığı yapan, su hammalı (el arabası ile bir kaç koli pet şişe su taşıyordu) sessizliğini bozup, selam verdi. Karşılıksız bırakmadım tabi.. Ufak bir yol sohbetiyle, tekerlekli sandalyemi nasıl kullanacağıma dair öğütler verdi. Eh, onun da yol tecrübesi başka tabii o yükü ile. Yollarımızın ayrıldığı sokakta “kolay gelsin” dileyip ayrıldım.

Kardeşimin çıkış saatine bir 20 dakika kala sokağına varıp, hemen karşıdaki kafeye geçtim. Bir süre kimse ilgilenmeyince turist avlamaya çalışan gençten bir kahve rica ettim. Kardeşimi beklerken tahminden 16’sını geçmemiş gencin servis ettiği sıcak, sütsüz, az şekerli kahvemi içiyordum. Gözüm de kursun kapısında… Derken benden oldukça ileri yaşta bir ayakkabı boyacısı yanıma geldi. “Abbiii bee” dedi. “Ne olacak böyle? İş de yok..” Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Aslında sonra kahkahalarla gülerek andım bu anı. O kadar insan arasından nasıl beni buldu? Üstelik ayakkabılarım dahi yok benim. Ama sanırım bugüne dek hiçbir yabancı bana böyle içten “Abiii” dememişti. “Haklısın” diyebildim. “Herkeste öyle..” Ayak üstü sohbet devam ederken de büyük bir patavatsızlık yapıp “Yarından sonra yağmur yağacakmış” dedim. Oysa düşündüğüm ayakkabıları çamur olan insanların ayakkabılarını boyatacağıydı. Meğer öyle değilmiş, üzdüm orada ayakkabı boyacısını. Oysa daha demin “Bugün 10 ayakkabı boyadım, bi yemek yesem biter o para” demişti. (gerçi kaça boyadığını da bilmiyorum) Böyle, böyle “Hayırlı işler” dileyip yolladım onu da..

Servis yapan genci çağırıp, 5 lira uzattım. “Tamam abi,” dedi. “gerek yok..” Olmaz öyle şey diye verdim parasını. Mesele para değil tabii ama, hemen karşı kafe-kıraathane’de 3 kişilik masada oturduğum için kovulurken (ki bugün 3 masada tek kişi vardı) burada direkt yetkisi bile olmayanların benden para almak istememesi oldukça ironikti..

Kardeşimin kurstan çıkma vakti geldiğinde kapı önüne gittim. Ama tam 1 saat daha bekletildim!.. Orada beklerken de bir başka ilginç dialogun daha başkahramanı oldum. Sol karşı çaprazımdaki Telekom Bayii olduğunu sandığım yerden bir amca yanıma geldi. T.Sandalyem açık, “stand by” konumundaydı. Işıkları da yanıyordu. Önce “kapatmıyor musun bunu?”, “şarjı bitmesin?” gibi cümlelerle sorguladı. Ardından korna vazifesi gören tuşa bastı. Bu tuş her ne kadar korna olsa da, “diit” diye kısık sesle ötüyor. Yarım metre ötedeki de duyamaz. Sonrasını da dialog halinde yazayım da, edebi atraksyonlarımda şekillenme vuku bulsun.
– Korna mı bu?
– Evet..
– Alala.. Bizim Hüseyin’inki* nah bu kadar. Bastın mı böyle ötüyo.. (nah bu kadar derken iki eliyle 20cm bir aralık gösteriyor.)
– Hüseyin kim abi? (niye ssoruyorsam..)
– Var ya burda Hüseyin. Fotoğraf şeapıyo..
– Haa, evet abi. Hatırlıyorum.. (yalana gel..)
Dialogun devamı gelmeden adam kayboldu..

İşte 2 saatlik bir Taksim yolculuğu böyle macera dolu geçti. Biraz sıkıldım, biraz eğlendim. Tanımadığım insanlarla aslında pek haz etmediğim türde sohbetlere girdim. Ama çok da güzel bir samimiyet gördüm. Yaşadığımı hissettim. Sevgili okur..

Kısa Kısa
– Tanımadığım adamlar bana selam verdi. Belki de deliler, bilmiyorum..
– Birkaç velet T.sandalyeme merak saldı. Biraz joystick’e dokununca tatmin oldular. Gariptir, ..tir çekmedim.
– Beyaz çizgileri olan kırmızı kazaklı biri yanımdan geçti. Aynı kazaktan arkadaşım Berk’te var. Konumum itibariyle önce kazağı görebildim. Başımı yüzüne kaldırdığımdaysa korktum.
– Bir de şöyle deneyin: “Beyaz çizgileri olan, kırmızı kazaklı biri..” Çok ilginç di mi? Zebra gibi..
– Geçen hafta da benzeri şekilde, kırmızı kazak değil ama bir çift hoş meme gördüm. Aynı memeler bir arkadaşımda da var.. O mu acaba diye başımı kaldırdım: Sakallı bıyıklı bir travestiymiş. Çok daha fazla korktum..

*Adı Hüseyin olmayabilir. Öyle hatırlıyorum ama.. Taksim’e her gittiğime akülü t.sandalye ile bişi satan bir genç var. Ondan söz ediyordu belki..