Etiket: Sinema

Sinevidyon’un Konuğu Oldum!..

Son yazılarım sinema üzerine olunca kendimce bir çemkirmiştim. Vakit bulamıyorum, yazamıyorum, her kaçamağım da film izlemek oluyor.  Bu defa öyle olmadı ama, yine sinemadan kopamadım. Fakat bu defa izlenilen de ben olacağım. Çünkü Sinevidyon‘un bu haftaki konuğu bendim. Sinevidyon, Televidyon nedir, Nasıl çekim yaptık, ben neler düşünüyorum, kim bu adamlar? Hepsini anlatacağım ama okumadan izlemek isteyeniniz varsa lütfen şu linke tıklasın: http://televidyon.com/p/608/haftanin-konugu-simto-alev-

Televidyon kendi tanımlarıyla şöyle; “Bir grup kafası bozuk insan televizyonda görmek istediklerini bulamaz, nöronlarına yıldırım düşer ve olaylar gelişir.” Çok da doğru bir tanım. Televidyon isterseniz internetten, isterseniz cep telefonunuzdan podcast olarak izleyebileceğiniz bir tür televizyondur. Teknik olarak tek farkı normal yayın şartlarında gerçek bir televizyondan izlenmiyor oluşu. Televidyon’da Sinemadan web’e, spordan teknolojiye kadar bir çok program var. Benim gibi televizyondan kaçanlar için müthiş bir araç zira içtenler, gerçekler ve televizyonlar gibi ticari değiller.

Sinevidyon ise Televidyon’un haftaiçi her gün bir bölümü yayınlanan sinema programıdır. Programı Özgür Poyrazoğlu ve Ender Ayna (Bu adama da bir site şart) hazırlayıp sunuyor. Bu adamlar Highschool Musical için “bu filmi kimler izlemeli” sorusuna “çoluk çocuk” cevabı verecek kadar da samimiler. Çekinmeden izleyin!

Özgür’le Sinevidyon ve FriendFeed aracılığıyla dialoglar kurmaya başladık. Sonrasında mailleştik. SanalCafe‘nin bir sinema organizasyonuna davet ettim, gelmediler. Oysa ben sinemaya bu denli yakın bu iki adamla tanışmayı çok istiyordum. Özgürle, Ender’in izleyici (cc) olduğu mailleşmeler sürerken Özgür’ün davetiyle SanalCafe’yi anlatmak üzere Sinevidyon konuğu oldum.

Çekim için arkadaşım Yunus’la birlikte çekim saatinden 30 dakika önca Maçka GMaill – Cinebonus sinemalarında olduk. Fakat içeride bir güvenlik görevlisinden başka kimse yoktu!. Bir gün öncesinde aldığım numarasından Özgür’ü ilk kez aradım ama açmadı. SMS attım, cevaplamadı. O an aklımdan geçenleri siz düşünün. :D

Bizden 15 dakika kadar sonra kapşonlu, yağmurdan ıslanmamak için büzülmüş, eli çantalar dolu bir adam geldi. Dik dik baktım. Muhtemelen “kim ulan bu mal mal bakıyor” demiştir. Baktım çünkü gözleri Julien Julien’di. Ve içeri girip soyununca (oha?) anladım ki bu gerçekten Televidyon’un kameramanı Julien Aksoy. Hemen yanına gidip tanıştım. Özgür’ü beklerken Yunus, ben ve Julien arasında ufak bir fotoğraf makinesi sohbeti geçti.

Tam da bu sohbetin üzerine backstage fotoğraflarını çekmek  için arkadaşım Ozan da geldi. Özgür ve Ender hala yok.. Sonra ekipten başkaları geldi. Bunlar hala yok. Assoloist gibiler. Şakası bir yana, çok ciddi bir trafik vardı. Tüm sorun bu. Neyse, çok uzattım, çok sıkıcı oldu. Ya da ben öyle hissettim. Nasıl okunur bunca yazı be? Ben hemen Özgür’ün gelişiyle devam edeyim..

Özgür içeri girer girmez yanıma gelip selamladı, kendini tanıttı. Zaten tanıdığım için direkt “naaber?” dedim. Sonra beni Julien’le vs. tanıştırmaya kalktı. ((: Neyse, ben nasıl uzun zamandır arkadaşımmış gibi direkt “naaber?” dediysem, karşılığını da aynı samimiyette aldım. Netekim tüm bunları kaçıran Ender de geldiğinde aynı şekilde karşıladı beni. Ya da biz onu. (:

Çekim öncesi “ee, ne konuşacaz?” olduk!. Ben dedim “bir hazırlık yapmadım. Rahatım, zaten biliyorum sizi aranızda geyik yapıyorsunuz falan, öyle gider.” O dedi “Biz de ne konuşacağımız için fazla bi hazırlık yapmıyoruz, doğaçlama gidiyor.” “İyi” dedim. “İstersen biraz SanalCafe’den bahsedeyim, öyle girelim.” Özgür’le bu şekilde 2-3 soru cevap yaptık. Julien, Ender, Yunus, Ozan hepsi bizi izliyor. Özgür “e başladık zaten biz programa?” dedi. Gülüşmeler arasında da start verildi, Julien kayıt tuşuna bastı ve pattadanak çekmeye başladık. İzlediğiniz her şey plansız, programsız bir anda çıktı gitti. Özellikle söylemek istediğim şeyse, bölümde ne kadar gülüp eğlendiysek, ne kadar samimi görünüyorsa; bir o kadar da bunun arkasında geçti.

Bu yüzden ben hem bu iki adama beni davet edip birlikte çok iyi vakit geçirmemize, çok fazla eğlenmeme ve naçiz, benim hayatımın parçası SanalCafe’yi anlatmama vesile oldukları için; Hem de Serdar Kuzuloğlu‘na Televidyonu icat ettiği için teşekkür ediyorum..

Kasım 20 / 2008
Yazar Simto ALEV
Kategori Benden.., Sinema, Yorumsal
Yorumlar 2 Yorum

[İzledim] Mustafa

Yoğun geçen günlerimi sonlandırıp, huzu ermeme az kaldığını düşündüğüm şu günlerde blogumu bir sinema bloguna çevirmiş gibi hissettim kendimi. Eğer daha gerçek bir yaşama dönmeyi başarırsam yine yaşamıma dair bir şeyler de paylaşmak istiyorum elbette. Bugünse yine büyük bir kaçamak yapıp vizyonun olaylı filmi Mustafa‘ya gittim. Eh, hakkında iki laf da ben etmesem eksik olurdu, değil mi?

Yukarıdaki paragrafta her ne kadar film desem de bu bir belgesel sineması. Bugün film arasında salonda dahi “aa!! ben bunu film biliyoduuaam” sözlerini duyunca, her şeye rağmen vurgulanması gereken bir ayrıntı olduğunu düşündüm. 3.  Haftasına rağmen hala gidememişseniz, lütfen belgesel izleyeceğinizi bilerek gidin.

Mustafa yanlış bilmiyorsam Türkiye’nin ilk belgesel sineması. Yani sinema için çekilmiş ilk belgeseli. Yanlış biliyorsam da lütfen uyarın. Ve hem bir ilk (Can Dündar‘ın belgesel tecrübeleri olmasına karşın) hem de bir belgesel olarak değerlendirdiğimizde, beni tatmin edecek derecede seyir sevgi veren bir eserdi. Görsel öğeleri sinemaya yakışacak güzellikteydi. Her ne kadar özellikle aksiyon filmlerinde üst düzey efektler görmeye alışık olduğumuzdan bunları hafife alabilecek de olsak; basit ama emek harcanmış, kusursuz efektlerle karşılaştm. Filmdeki fotoğrafik öğelerse “caba” hanesine çoktan yazıldı. Çünkü bir çok görüntü (benim için özellikle silüetler) iyi birer fotoğraf karesiydi aynı zamanda.

Görüntüye eşlik eden müzikleri Goran Bregovich yapmış. Film vizyona girmeden www.mustafa.com.tr ‘de dinlediğimiz müzik ve daha fazlası belgesel boyunca görüntülere eşlik ediyor. Siteyi bir kenarca açık bırakıp tekrar tekrar bu müziği dinlemiştim.

Her neyse, aslında niyetim tartışmalara karşı bir iki cümle de fikrimce söyleyip, susmaktı. Bu ne olursa olsun Atatürk için yapılmış ilk film. Her şeyden önce bu bir cesarettir. Çünkü şüphe duymuyorum ki bugüne kadar böyle bir film çekilmediyse sebebi cesaretsizliktir. Ben umuyorum ki bir gün Atatürk için belgeselin çok uzağında yarı otobiyografik, savaş sahneleriyle dolu bir film de yapılacak. Mustafa belgeseli de aslında bir anlatıcının dilinden, sesinden benzeri bir şeyi yapıyordu. Mustafa belgeseli Atatürk’ün hayatını anlatıyor. Haliyle özel hayatından da parçalar içeriyor. Ancak sanıldığı gibi özel hayatına odaklı değil.

Özel hayatına dair olan bölümlerde ön sıralardaki eleştiriler Atatürk’ün kadın düşkünü ve alkolik olduğu yönündeydi. Tabii ki burada “Eh, Atatürk de insandı ama. Tabii kadınlarla da ilgilenecek, içki de içecek.” cümleleriyle başlayan, “Atatürk masal kahramanı değildi. Kanlı canlı bir inan, bir o kadar da gerçek bir kahramandı” temalı paragraflar da yazabilirim fakat lüzum da yok. Netekim belgeselde alıntı olarak karşımıza çıkan sözleriyle de Atatürk “Ben de insanım” diyor. Fakat belgesel Atatürk’ün eleştirilen özel hayat alıntılarından aslında öyle kısa notlarla bahsediyor ki, tartışmalar nereden çıkıyor anlamıyorum. Henüz gençlik yıllarında bir adamın, bir kadını sevip ona mektup yazması oysa ne hoştur. Bu Atatürk’ü duygusallığıyla benim gözümde yüceltir. Ha keza duygularını bir kenara bırakıp, cumhuriyeti kuran bir adam ancak takdir edilir.

Ben belgeseli izleyip, çok takacaksanız şu 2 mektup sahnesi, bir rakı alıntısını es geçip; kalan zamanlarda anlatılan Atatürk’ün nasıl bir adam olduğunu, kısa zamanda ne işler başardığını kavrayın. Bu cumhuriyet ilkokul kitaplarında yazılan “Atatürk düşmanı denize döktü” cümleleri gibi kolayca kurulmadı. İşte Can Dündar da Atatürk’ün ne zor bir yaşantıdan gelip cumhuriyeti kurduğunu anlatmış.

Atatürk’ün zor yaşantısının ise, ölene dek sürdüğünü gösteriyor bu belgesel. Atatürk’ün günde 3 paket sigara, 1 şişe rakı içtiğinin söylendiği günlerde Atatürk cumhuriyeti çoktan kurmuş ve devrimlerini tamamlamıştı. Bu günlerde ise derin bir yalnızlığa düşmüş ve bunu kendi sözleriyle ifade etmiş. Eğer Can Dündar’ın anlattıkları gerçekse (ki hiç şüphem yok) Can Dündardan önce kendimizi eleştirmeliyiz. Öyle ki; değil ölümünün 80. yılı, o daha ölmeden birilerince unutulmuş. Bırakın belgeseli eleştirmeyi de, onun istediği gibi, “onu hatırlayınız…

Ve son olarak, boş verin Türk sinemasına desteği falan. Gerekirse illegal olarak temin edin, ama bu belgeseli izleyin. Bunu önemseyin. Çünkü önemli…

Kasım 14 / 2008
Yazar Simto ALEV
Kategori Sinema, Yorumsal
Yorumlar Yorum Yok

[izledim] Aşk Tutulması

Bugün (9 Kasım) SanalCafe‘nin 24. Sinema Organizasyonu’nu düzenledik. Organizasyonu diğerlerinden farklı kılan şey, gittiğimiz filmin yönetmen ve oyuncularının da bize katılmasıydı. Biz filmi 86 kişilik bir grup olarak izlerken, salona 230 kişi doldurmayı başarmışız ki sinema yönetimini bile şaşırttık.

Güzel bir organizasyondu, yönetmen ve oyuncular (Murat Şeker, Tolgahan Sayışman, Ayten Uncuoğlu ve Yasemin Öztürk) davetlemizdi, büyük bir kalabalık olacaktı her şey organizasyon bazında mükemmel olmasına karşın benim Murat Şeker‘e ve Aşk Tutulması‘na karşı büyük önyargılarım vardı. İzleyici olarak bir gün mutlaka izleyecek olsam da sinemada izlemeyi tercih edeceğim bir film değildi. Hataymış.

Önyargımı ilk yıkan şey Murat Şeker’in Perşembe günü Sinevidyon’da yayınlanan röpörtajı oldu. Murat Şeker gerçek anlamda popüleritesini Plajda‘dan sonra kazandı diye düşünüyorum. Filmi izlememiş olmama rağmen gişeye yönelik yapılmış bir para toplama filmi olduğundan şüphem yok. (Evet, bu da bir önyargı) İşin içine sanatsal kaygılarım, izledikleimden duygusal anlamda bir şeyler kazanma derdine düşmem girince; bu tür filmler beni kendilerinden kolayca uzaklaştırabiliyor. Röpörtajında sizine dinlediğiniz/dinleyebileceğiniz gibi dram filmleri çek istediğinden ve 2011’e kadar uzanan bir sinema çizelgesinden bahsediyor. Özellikle son filmini (1923) merakla beklediğim üçleme niteliğinde filmler. Fakat sanıyorum ki Murat Şeker arttırdığı vakitlerde para kazanmak için de filmler çekecek.
Keşke ülkem insanında sinemasever oranı daha yüksek, bilet fiyatları daha makul olsaydı da yönetmenlerimiz sanat filmi yapmak için gişe filmlerine fazla ihtiyaç duymasaydı. Sinema filmleri yapımcının değil, sanatınnı yapan yönetmenin ellerinde olmalı…

Önyargımı bitiren ise Aşk Tutulması‘nın ta kendisi oldu. Film, “Türk İşi Romantik Komedi” sloganıyla vizyona girdi. Hikayenin temelini oluşturan bazı öğeler de 70’lerde kalmış Türk filmlerinden tatlar barındırıyordu. Bugün belki çoğunu gülerek izlediğimiz Ediz Hun-Hülya Koçyiğit filmlerinin olukça güzel revize edilmiş bir hali. (benzer lezzetler için bkz: my sassy girl)

Film önyargılarımı çok da aşmayan mesafede dialoglarla başladı. Özellikle (fragmandan da hatırlayacağınız) eczane sahnesindeki kısık ses efektindeki yapaylık can sıkıcıydı. Film ilerledikçe biçim değiştirdi. İlerleyen sahnelerde “keyifli” bir komedi biçimi aldı. Tribün sahnelerinde 20 yıl öncesinden manzaralar görmek de benim için güzeldi. Çünkü çocukluğumda futbol ve tribün bugünkünden çok farklıydı. Bu filmdek gibiydi.. Tek sorun taraftarın Fenerbahçeli olmasıydı.

Film Fenerbahçe aşkının üzerine kurulsa da böyle anılmasının daha çok ticari olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar Murat Şeker zaten her gruba da beğendirebileceği bir film yapamayacağının, illa bir grubun itiraz edeceğinin farkında olduk bunu umursamadan (ki iyi ki de böyle yapıp doğru bildiklerini savunuyor) bir Fenerbahçelinin hikayesini çekse de, bu film aslında tutkuların filmiydi. Bazen bir şeye öyle bir tutkuyla bağlanırsınız ki; onun için aşkınızdan vaz geçersiniz. Bazen de öyle bir aşka düşersiniz ki; tutkunuzdan vaz geçersiniz. Peki ya ikisine birden yakalanırsanız? İşte film de tam olarak bu soruya cevap bir hikayeden oluşuyor.

Filmin (benim açımdan) kötü başlayıp, giderek keyifli bir hale dönüştüğünü söylemiştim. Ancak bu yalnızca filmin ilk bölümü için geçerli. İkinci bölüm aslında keyfimin en çok arttığı zaman dilimini yaşatmış fakat aynı zamanda kararında tutturulmuş dram sahneleriyle gözlerimi doldurmuş, hatta ağlama sınırına getirmiştir. Eh, hep bahsederim zaten. Bana her hangi bir duyguyu gerçekten yaşatabilen, ağlatacaksa bunu duygu sömürüsü yapmadan ya da 90 dakika salya sümük ağlayan insanları izlettirmeden yapan filmler benim için iyi filmlerdir. Aşk Tutulması da bu yüzden iyi bir film olmuş.

Bence siz de çok geç olmadan yeni filmlere yol açmak için bu filme gidin. Hatta zamanınız varsa  Issız Adam, Mustafa, Devrim Arabaları gibi şu an vizyondaki bir çok Türk filminden en azından 1-2’sine daha gidin. Sinema, izlendikçe izlennesi bir hala gelecek. Kim bilir, belki bir gün bizden de bir Kubrick, bir Hitcock çıkar. Belli mi olur?

Kasım 10 / 2008
Yazar Simto ALEV
Kategori Sinema, Yorumsal
Yorumlar 2 Yorum

[izledim] Polis

Çok zaman oldu aslında evimde ağız tadıyla, aklımı başka yerde bırakmadan film izlemeyeli. Bugün sahip olduğum küçük bir tatil kaçamağı vardı. Ben de akşam saatlerini Polis‘i izleyerek geçirdim.

Filmi (bu hafta vizyona giren) Güneşin Oğlu‘nun yönetmeni Onur Ünlü yönetmiş. Bu yönetmen koltuğundayken izlediğim ilk Onur Ünlü filmi. Zaten Güneşin Oğlu’ndan sonra sadece bir filmi (Çocuk) daha varmış. Yazar olaraksa daha geniş bir filmografisi olduğunu gösteriyor. İzlediğim bu ilk filmiyse oldukça tatmin edici nitelikteydi.

Filmin başrollerinde her zaman takdirle izlediğim Haluk Bilginer ve her haliyle bayıldığım tatlı hatun Özgü Namal var. Ki Özgü şimdiye dek izlediğim filmleriyle iyi bir oyuncu olma yolunda olduğunu gösterdi bana. Tabii Polis’de çok sevdiğim bu iki ismi görünce her şey çok daha keyifli bir hale geldi.

Bu seyir zevkini kimi zaman arttıran, kimi zamansa sıkan şey arka planda film boyunca devam eden salata kıvamında “play list” oldu. Yerli-yabancı farklı türlerde (pop, rap, klasik, jazz vs.) bir sürü şarkı/müzik film boyunca çaldı durdu. Zaman zaman beynimi müziğe karşı izole etmem gerekse de keyifliydi.

Bu keyif anlarıysa filmde “vurucu” tabir edilen 3 sahne ile bölündü. Hem de öyle böyle değil. Özellikle 2 sahnede (ki aşağıda spoiler olarak yazarım bunları) caiz tabiriyle bir “hass..” ifadesiyle donum kaldım. Öyle böyle değil. Acı bir cümlenin ardından duruma 2 saniye süren bir kahkaha atıp, “ne yapıyorum ben” pişmanlığıyla gözlerimi yumup içinden bir ah dedim ki; gözümü açtığımda beni güldüren karakter de aynı pişmannlığın içindeydi. Bana barındırdığı duyguları hissettiren filmleri izlemekten de müthiş keyif alıyorum. (blog’uma bir “keyif” sayacı mı koysam ne?)

Eh, Haluk Bilginer mimiklerinden parmak ucuna kadar oynamış. Özgü’nün hissedilir heyecanı bir başkaydı. Film yeter derecede duygu kattı bana. Yani evet, başlarda da söylediğim gibi oldukça güzel bir film. Ancak takılmadığım hususlar yok değil.

Her şeyden önce kurgudaki çeşitlilik dikkat çekiciydi. Filmin tekrar etmeyen kurgusal öğeleri tek başına göze hoş gelse de bütünlük açısından fikrimce eksikti. Filmin pek fazla tekrar etmeyen bir öğe de filmin başındaki görsel olarak (biraz yapay görünse de) şiddet sahnesiydi. Film boyunca seyrek olarak devam etse de aynı hazzı vermedi. (tabii ki bir Oldboy şiddeti de beklemedim. ) Ve son olarak yeri geldiğinde kötü şarkı söylediğini belirtmekten çekinmeyen Özgü’ye şarkı söyletmek de nedir?

Ve evet, genel itibariyle çokça beğendiğim bu filmi izlemenizi önerebilirim.

** Spoiler noktası **
– Spoiler katilin bahçıvan oluğunu, filmin sonunda Tinanik’in battığını, 6. His’tte .. söyleyip filmin tadını kaçırmaktır. Bazıları için filmde yere düşen bir saç telini dahi söylemek spoilerdir. Spoiler, bir cinayet sebebidir. Aşağıda yazımla bağlantılı 1-2 spoiler var. Filmi izlemediyseniz okumayın, okursanız da sövmeyin. –

 

– Kızın (özellikle torun-dede diyaloğundan soraki intiharı,
– Haluk’un vuruluşu,
– Evde kiralığın kellesinin bulunması,
Beni irkiltip sıçratmıştır.

– Musra Rami’nin Funda’nın evinde dolaşması beim için Bin-jip tadındaydı.
– Bu kadar şiddete meyilli ve her gün adam öldüren bir adamın Cumaları kaçırmaması da Alex’in (Clockwork Orange’daki) içtiği sütleri anımsattı. Eh, farklı filmlerden damakta halan bazı tatları yeniden deneyimlemek de çok güzeldi..

Böyleyken böyle.. Ben yine toparlayıp bitiremiyorum. Bu yüzden yazımı bitmiş sayın, ben içimden devam edeyim…

Kasım 08 / 2008
Yazar Simto ALEV
Kategori Sinema, Yorumsal
Yorumlar 3 Yorum

Sinema’da Saw gerginliği..

Bugün SanalCafe‘nin 23. sinema organizasyonunu gerçekleştirdik. Kaç kişinin gelmediğinden listenin son halini görmediğimden emin değilim ama 89 kişilik bir katılımcı listesiyle gittik. İzlediğimiz film de SAW 5‘di. Mesele de burada başlıyor işte.

Saw serisi hepinizin de bildiği gibi, biraz kanlı ve şiddet içerikli bir filmdir. Kabul diyorum, kan tutanı var, midesi bulananı var vs. Ancak bir insan kandan, bir miktar sanal şiddetten ne kadar korkabilir ki? Üstelik bu bir korku filmi değil. Hemen sol yanımda oturan dişi bir arkadaşım filmin daha ilk dakikalarında yüzünü bana çevirdi, elime ani bir hamle yapıp sıkıca tuttu ve sahne sonuna kadar “bitti mi?” deyip durdu. Netekim film boyunca da bu tavrını sürdürdü… Avucumda hala tırnak izleri duruyor. (yok, şaka yapıyorum. o kadar da değil.) Şimdi yine bazı şiddet sahneleri için tavrını kabul edilir varsayacağım.. Yoksa zaten diğer bazı kızlar da bana şiddet dolu gözlerle bakmazlardı. Ancak bu arkadaşım filmin en sakin sahnelerinde bile elimi tutarken, bas sesleriyle senkronize bir şekilde sıkma şiddetini arttırıp azalttı. Nasıl bir reflekstir o yahu?

Gerçekten ilginç buluyorum bu durumu, o yüzden yazıyorum. Yoksa canım arkadaşımı çok severim, keyifle de tutarım elini. Tırnaklasa da canı sağolsun. ((: Ama bir filmde, tamamen sanal olarak bir insanın orasının-burasının kesilip biracık kan akması ne kadar korkutucu olabilir ki? (iğrenç demedim, korkutucu dedim)

Neyse, bu kez girişi yaptım ama araya toparlayıcı nitelikte bir kaç cümle serpiştiremeden film hakkında da bir şeyler yazayım.

Her şeyden önce, yorumum diğer izleyicilerle ortak bir fikir içeriyor. “İlk 4 filmi izlemeyen, izlememeli.” Çünkü tam bir devam filmi. Zaman zaman geçmişten ve önceki filmlerden görüntüler görüyoruz. Bir çok şey de bilinmeyince anlamsız kalıyor.

Film için “beğendin mi?” diye sorarsanız, “evet, güzeldi” derim. İyi vakit geçirdim. Bir miktar gerildim. Ama buna rağmen tatmin olmadım. Film cinayetler, şiddet, kan içeriyor. Ama ilk 2 filmle kesinlikle Jigsaw‘ı katil de olsa savunurdum. Çünkü o cinayet işlemiyor, insanlara ölümle yaşam arası bir seçim şansı veriyor. Yaşamayı seçenlerle yaşamak için bir amaç veriyordu. Jigsaw kurbanlarını masumlardan seçmiyordu. Ve onları öldürmüyor, onlarla bir oyun oynuyordu. Ve bu filmde artık bu amaçtan çok çok uzaklaşıldığını fark ettim.

Flashback nitelikli zaman kaymalarındaki kamera hamleli geçişlerse (ki bu 4. filmde de vardı) anlık da olsa filmden kopup algı bozukluğu yaşamama sebep oldu. Böyle kurgular bazen oldukça can sıkıcı olabiliyor. Zaten böyle bir filmde ihtiyaç da yok ki böyle kurgulara?..

Yaa.. Yaa.. 6. film de yoldaymış..

Ekim 26 / 2008
Yazar Simto ALEV
Kategori Benden.., Sinema
Yorumlar 6 Yorum

“Aşk Tutulması” 24 Ekim’de Sinemalarda

Tims Productions &Sugarworkz (Timur Savcı&Murat Şeker) ortak yapımı olan 
Aşk Tutulması adlı filmin çekimleri 21 Haziran’da başladı. 4 hafta süren çekimlerin ardından, 24 Ekim 2008‘de Medyavizyon dağıtımıyla sinemaseverlere eğlenceli dakikalar vaat ediyor.

Aşk Tutulması‘nın başrollerini “Elveda Rumeli” ile çıkış yapan Tolgahan SAYIŞMAN(Uğur) ve “Yaprak Dökümü” dizisinin başarılı ismi Fahriye EVCEN(Pınar) üstlendi.

Amerika’da bir çok Hollywood filminin fragmanlarını yapmış olan Göktuğ Sarıöz Aşk Tutulması‘nın da fragmanına imza attı.Kill Bill, Scary Movie, Scream, The Others ve Gangs of Newyork Göktuğ Sarıöz’ün yapmış olduğu diğer çalışmaları arasında yer alıyor.

Aşk Tutulması ile ilgili tüm detayları www.asktutulmasi.com adresinden öğrenebilirsiniz.

Eylül 11 / 2008
Yazar Simto ALEV
Kategori Haber, Sinema
Yorumlar Yorum Yok