Bir süredir yazsam mı, yazmasam mı diye düşündüğüm bir konu bu. Ülkenin gündemi yine gün içinde 24 kez değişecek kadar yoğun, oldukça gergin ve bu aralar maalesef çok acılı. Birileri de müzik üretmeyi, sahnede icra etmeyi acılarımıza; kaybettiğimiz asker, polis ve sivillerimize saygısızlık olarak görüp tüm organizasyonları iptal ettirmeye çalışıyor; hatta başarıyor, müzisyenlere adeta savaş açıyor.
Ben müzisyen değilim. Ancak müzik piyasasını mümkün olduğunca içeriden takip etmeye çalışan bir dinleyici olarak, ülkedeki her sıkıntıdan nasibini fazlasıyla alan bir vatandaş olarak ve düşen her ateşten yanmasa da kavrulan bir insan olarak bir iki laf etmeyi de kendimde hak gördüm. Bu ülkede herkes olmadığı şeyin uzmanı olup her konuda gazetelere demeç verirken, benim kendi alanımda yazacağım birkaç yorum fazla olmaz herhalde.
Önce bu konuda anlaşmamız lazım. Elbette müzik eğlence için de üretilebilir. Her duyduğumuzda neşeleneceğimiz şarkılar da vardır, sadece gece kulüplerinde ve caddeden geçen otomobillerde duyabileceğimiz, adına tam olarak müzik diyebileceğimiz ticari ürünler de var ama müzik bir eğlence aracı değildir ve müziğin acı yanı kültürümüzde var.
Biz yitirdiğimiz insanlar, gidenler, büyük acılarımız için ağıt yakan bir milletiz ve bu yeni bir adet değil, eski bir gelenektir. Ağıt dediğimiz şey, melodik bir yapıda, yaşadığımız acıyı içimizden dökülen sözlerle haykırmaktır. Melodi, söz ve duyguların ortaya çıkardığı ağıtlar birer şarkıdır, müziktir ve hiç de eğlenceli değildir. Kimse de ölenin arkasından ağıt yakan yakınına kes sesini demez.
Bizim halk müziğimiz, sanat müziğimiz de var. Mutlaka birkaçına denk gelmişsinizdir. Mesela Aşık Veysel‘i, Mahzuni Şerif‘i Neşet Ertaş‘ı duymuşsunuzdur. Hiç dinlediniz mi? Birçok türkümüz, sanat müziğimiz aslında sadece acılarımızı, dertlerimizi anlatıyor. Kimi türkülerimiz vardır, duydun mu yerinden kalkar oynarsın, dinledin mi oturur ağlarsın… Neden biliyor musun? Çünkü bizim kültürümüz bu. Biz acılarımızı, isyanımızı böyle anlatıyoruz, böyle yaşıyoruz.
Arap’lardan arakladığımız arabesk de ayrı bir örnek. Aslında bütün dünyada vardır bu. Mesela sözlerini anlamadan bayıla bayıla dinlediğiniz yabancı rap parçalar da böyledir. Of o cazlar, o blues’lar (mahvediyor beni) da öyledir ama bizimki bir başkadır. Örneklemeye kalksak çok isim, çok tür, çok kültür, çok gelenek sayılır ama ben size kapıyı araladım. Gerisi sizde. Eğer bu yazıyı “müzik sussun” diye okuyorsanız… Pardon, onlar okumuyordu değil mi? Neyse, biz yine kendi kendimizi eyleyelim…
Elbette müzik bir sanat dalıdır ve hangi eserin sanat olup olmadığı sonuca ulaşmayan bir tartışma konusudur. Müzik ve sanat üzerine sabaha kadar felsefe yapabiliriz. Çok da mühim şeyler konuşuruz ama bir yandan da gerçekçiliği elden bırakmamak lazım. Müzisyenlik bir meslektir ve belki inanmayacaksınız ama müzisyenler ürettikleri ve icra ettikleri müzikten para kazanıyorlar. Eğer geceleri taksiye çıkmak gibi bir hobileri yoksa da ikinci bir gelir kaynakları yok.
Biliyorum, haftasonları izlediğiniz magazin programlarında çat kapı ünlülerin 400 metre kare, denize sıfır, 3 katlı evlerine giriyorlar, her an çekim olabilir diye seti evde hazır tutan o ünlüler sahne kostümleriyle kapıyı açıyorlar ve hatta o kadar samimi oldukları içün mutfağa girip menemen bile yapıyorlar ve siz de buna imreniyorsunuz ama üzgünüm; orada gördüklerinizin hiçbiri gerçek değil. Bunların tümü Ebru Gündeş’in çocuğu üzülmesin diye kurulmuş bir tezgah ama endişelenmeyin, topu topu 15-20 kişiler ve nereye düştüklerinin kendileri de farkında değil.
Geriye kalanlar mı? Senin benim gibi ortalama bir apartman dairesinde oturuyor. Biraz para kazanan varsa evi 20 metre kare daha büyük oluyor. İşe (sahneye) genellikle metro veya otobüsle gidiyor. Kira, elektrik, su, yiyecek, yakacak, giyecek, oyacak vb. seninle aynı temel masraflara sahip; sıradan bir insan hayatı yaşıyor ve işini yapmazsa (sahneye çıkmazsa) para kazanamadığı için bu temel ihtiyaçlarını gideremiyor. Üstelik bir çoğu yevmiye usulü çalışıyor. Yani işe gittiği gün, o günün parasını alıyor.
Dahası da var: Müzisyen, şarkıcı deyince aklınıza sadece solist gelebilir. Ancak en ufak grup vokal, gitar, bas, davul olmak üzere 4 kişiden oluşuyor. Gruba ve türe göre 2. gitar, klavye, üflemeliler, yaylılar vs. de gruba dahil oluyor. Yani parayı bir kişi cukkalamıyor. Cukkalayan zaten müzisyen değil. Ödediğiniz bilet parasının tamamının müzisyene gittiğini söylememe gerek yok herhalde, değil mi?
Tabii ki durum fazla acınası değil. Çok para kazanan bir azınlık da var ama yukarıda yazdıklarım da gözlemlerim dahilindedir. Tahminlerim değil.
Yukarıda müziğin müzisyenlerin mesleği yani işleri olduğunu, gelirlerini verdikleri konserlerden elde ettiklerini anlattım. Ancak bu konserlerden para kazananlar sadece onlar değil. Onlarla (veya mekanla) birlikte çalışan rodiler, ses mühendisleri, ışıkçılar da var. O mekanı işleten sahipleri de para kazanıp kar etmek için oradalar. Kazançlarıyla aynı zamanda garsonların, barmenlerin, temizlikçilerinin, kapı güvenliğinin, vestiyerin vs. maaşlarını ve sigortalarını da ödüyorlar, aldığınız her bilet için devlete eğlence vergisini de.
Konser sonrası da dinleyicileri evine bırakmak üzere taksiciler işbaşı yapıyor. Şöyle bir araştırıp, haftaiçi bir gün sadece Taksim’de kaç konser verildiğini ve ortalama kaç kişinin izlemeye gittiğine bakın. Tam Türk usulü “buraya 100 kişi gelse, bilet başı 35 liradan…” diye hesaba başlayıp, hesabı bu konserlerden kaç kişi evine ekmek götürüyor diye bitirin. Ülke ekonomisine katkısını düşünün.
Eğer sağlıklı bir sonuca ulaşırsanız, en küçük festival için bulduğunuzu 8’le çarpın. 3 Günlük festivallere benim bile aklım ermiyor. O derece…
Evet, maalesef bu konuda (da) oldukça iki yüzlü bir tavrımız var.
Mesela şehitler ölmezken konser veren duyarsız şarkıcılar ve onların dinleyicileri ulusal yas ilan edilsin derken, Suudi kralın ölümü için yas ilan eden devlet, “birkaç mehmet öldü diye“, ülkenin farklı yerlerinde bombalar patladı diye böyle bir şeye ihtiyaç duymadı.
Mesela ben konserler iptal edilsin diye sanatçılara, organizatörlere, işletmelere baskı yapan ve hatta açıkça saldıran pek çok kimse gördüm ama “bugünlerde canımız çok yandı” deyip goygoyu bırakan, işine, evinde dinlediği müziğe, televizyon izlemeye, kişisel tatminlerine, ayı gibi yemeye, orda burda gezmeye ara veren kimseyi görmedim. Sormazlar mı şu küçük adama, sen Twitter’da slogan yazmaktan başka ne cheescake yedin de başkalarının müziğine karışıyorsun?
Mesela; bakın çok enteresan, Ülke ayaktayken penguen belgeseli yayınlayan, ülkenin en ciddi haber kanallarında bile şehit haberini altyazı olarak geçerken ekrandaki görüntü Flash TV’den hallice.
Ulan hepiniz akşam yemeğinden sonra sörvayvır, ütopya, evrim belgeseli izliyorsunuz be…
Şehit habeleri bir yana; ülkenin genel durumu üzerine yazıyorum bu bölümü:
İki hafta önce bir fırsatım oldu, normalde tekerlekli sandalyeyle girmenin neredeyse imkansız olduğu Harbiye Açık Hava’da Bülent Ortaçgil – Birsen Tezer – Hüsnü Arkan konserini izledim. Bu konserin ardından içimde kalmış bir şeyler var, bu yazı da uygun. Onları paylaşacağım. (Ahmet Hakan stili listeleme yapacağım.)
BİR – Konserde çok iyi vakit geçirdiğim doğrudur. Ancak “çok eğlendin mi” diye sorarsan, “hiç” cevabı çok da yalan olmaz. Çok keyif aldık ama içimiz buruktu. Hiçbir şarkı eğlenceli değildi. Hiç kalkıp oynamadık. Her şarkıdan önce diken ucunda barışı andık ve onun umuduyla hep birlikte şarkılar söyledik. Tıpkı o ağıtlar gibi.
Mesela Hüsnü Arkan 1980‘i söyledi. “Öff be” dedim içimden, “ne güzel aşk şarkısı yazmış adam. Ne sevmiş kim bilir?” Mesela Gezi için yeni bir şarkı yapmış. Birsen Tezer’le ilk kez söyledi. Sözlerinin bir kısmı hala hatrımda ama söylemeyeceğim. Şarkıyı dinlerken kırılan fayanları falan düşündüm. Üzüldüm, eğlenemedim. Yazık oldu be…
Yine mesela, Bülent Ortaçgil Benimle Oynar Mısın‘ı söyledi. 41 Yıl olmuş bu albüm çıkalı, şimdi yeniden plağa basıldı. Ben çocuk, şarkı ergengen biraz kendime yakıştırırdım, biraz da eğlenirdim bu şarkıyla. Ne de olsa içinde oyun var. Sonra geçti gibi oldu.
Şimdi ben de büyüdüm, şarkı da koca adam oldu ama bakıyorum etrafıma; kendimize benzemeyen herkesi o kadar uzak tutuyoruz ki oyunlarımızdan; hepimiz çaresizce “… yine de oynar mısın benimle” deme ihtiyacındayız, diyemiyoruz. Ben o akşam hepimiz için dedim ama… Sen duydun mu? Duyduysan cevabın “evet” olacak mı?
İKİ – O gün 18:00’de AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun koalisyon görüşmesi vardı. Daha sonra ikinci bir görüşme olacağını da, koalisyon yerine erken seçim yolu çıkacağını da bilmiyorduk. Gün içinde oluşan 75 önemli gündem maddesinden söz etmiyorum bile.
Ben 17:30’da biraz dinlenmeye çekildim. Sonra hazırlanıp konsere gittim. Konser gece 01:00’e doğru bitti. Konser sonrası da Birsen Tezer’le konuşma, Erkan Oğur’un, Bülent Ortaçgil’in elini sıkma şansını buldum. Bir kadeh de bir şey içtim. Hatta bunlardan fazlasını da yapmış olabilirim. (El Bin Teşekkür Ediz Hafızoğlu)
Özetle benim için tarifi olmayan, çok heyecanlı ve özel (ama eğlencesiz) bir gece yaşadım. Görüşme aklımdandı. Hatta konser sonrası “şu an koalisyon kurulmuş olabilir” diye de konuştuk ama dönüp bakmadım ne olmuş. Kimseye de sormadım ertesi güne kadar. Aylar sonra ülkenin sorunlarını, ne olup bittiğini düşünmeden 18 saat geçirdim.
Bu 18 saatin sonunda görüşme neticesini öğrendim tabii. O andan sonra 25 dakikada bir haber sitelerini kontrol ettiğim hayatıma da geri döndüm. Geçen 2 haftada hiç iyi bir şey olmadı mesela. Sonra şunu düşündüm ama: “Meclise uyumaya gitmiyorum” diyenler bile mecliste ceylan derisi koltuklarda sızarken benim ülkede olup bitenleri düşünürken uyuyamamam biraz haksızlık. Yani, bana öyle geldi…
Bu yazıyı oluştururkense şu soru geçti aklımdan: Neden seni eğlenmediğime inandırmaya çalışıyorum ki? Kimsin ki sen? Sen kimsin? Kaç yaşındasın sen? Bak dalgana…
Bırakın gidelim konserlere,
Müzik şifadır…
Not: Yazının başlığını Aylin Aslım’ın radyo programı Hadi Buyur’a konuk olan Güvenç Dağüstün’den duydum. “Müziği değil terörü susturun” cümlesi kendini yeterince ifade ettiği için üzerine söz söylemeyeceğim.