Aslında her zaman kendimi çok iyi tanıdığımı iddia ederim ve bundan da hiç çekinmem. Her zaman kendimi 3. bir gözle izleyebilirim. Her gece yattığımda günümü ve biraz da geleceğimi düşünüp izlerim. İnsanlarla düşsel ama gerçekçi düşler kurup değerlendiririm. Bazen seçimler de yaparım bu düşünsellerin içinde. Karşıma çıkalara vereceğim tepkileri hazırlarım. Bu iyi bir şey. Çünkü benim olumsuzluklar karşısında güçlü durmamı sağlıyor…

Bir de kendime karşı empati kurarım. Benim yerimde başkası olsa ne tepki verirdim? Ona ne öğütler, nasıl yardım ederdim? Peki bunları kendim yapabilir miyim? Ya başkaları bunları bana dese ne yaparım? Tüm bu sorular, kişisel analiz-psikanalizlerimle kendimi bir yabancı gibi tanırım. Bu da karakteristik özelliklerimi benim karşımda ortaya koyar.

Fakat işin bir de fiziksel boyutu varmış! Buradaki yazımda Sinevidyon‘un konuğu olduğum bölümden bahsettim. Bu vesileyle de kendimin ilk kez profesyonel araçlarla kaydedilmiş ve günlük halime ait görüntülerini bir başkasını izlermiş gibi izledim. Sonucunda da kendime şaşırdım doğrusu..

İlk gördüğüm şey mimiklerim oldu. Zaman zaman bilinçli olarak mimik kullanır, hatta fotoğraf çekilirken türlü şaklabanlıklar yaparım. Ancak genel olarak yüz tepkileri olmayan biri olduğumu söylerdim. Öyle değilmiş. Tüm görüntü boyunca yüzüm, gözüm binbir şekil çizmiş. Çok acayip…
Sadece mimik de değilmiş. Sol kolum ağırlıklı olmak üzere, tüm bedenim durmadan hareket ediyor. Bir an bile… Oysa ben konuşurken elini kolunu oynatıp anlattığını pekiştiren insanlara ve kıyaslayınca “ben neden hiç hareket etmiyorum” diye kendime hayret ederdim..

Bir de takıntılı olduğum konu Türkçe var. Yazarken de konuşurken de çok fazla özen gösteririm. Mutlaka vurgu için farklı tonlamalarla konuşabilirim ancak doğru telafuza ve anlaşılır olmaya azami gayret gösteririm. Bu yüzden de iyi bir Türkçe’m olduğunu iddia ederim. Yazarken gerçekten de öyle. Ancak konuşurken öyle değilmiş. Harfler ağzımda ya yuvarlanıyor ya da eksik, ezik çıkıyor. Bu korkunç bir şey! Düzeltmeye çalışacağım…

Ve son mevzu tam da bu yazının sonuna dair. Konuşurken bazı konuları bir anda kesmişim. Nasıl bitireceğime karar verememişim. Ne özgürce uzun uzun konuşabilmişim uzatmama endişesiyle. Ne de bitirmek için “nokta cümlesi”ni bulabilmişim. Tıpkı yazarken olduğu gibi. Tıpkı bu yazıyı da bitiremediğim gibi…